Ab-ı Hayat, Körkütük gibi romanlarıyla tanınan Merve Küçüksarp, “Hazan Vakti” adlı romanında işgal yıllarının İzmir’ini anlattı. Epsilon Yayınevi’nden Kasım 2016’da çıkan Hazan Vakti’nde, büyük oğlunun savaşta ölümü üzerine “Zat-ı Şahane” ile gönül bağlarını koparmış harp zengini Rahmi Bey ve ailesinin İzmir’in gözde semtlerinden Punto’da (Alsancak) üç katlı bir konakta geçen yaşamı ve ailenin küçük oğlu Selim’in yasak aşkı bağlamında baba-oğul, kadın-erkek ilişkisi konu ediliyor. Hazan Vakti, işgalin gölgesinde yasak bir aşkın izdüşümü…
Tarihî bir nitelik taşıyan Hazan Vakti’nde yazar Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin, Türklerin bir arada yaşadığı 1922 İzmir’ini resmediyor: Işıltılı Kordon ile yoksul Pagos (Kadifekale) arasındaki tezatı sorguluyor.
Roman imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde Osmanlı burjuvazisinin değişim ve dönüşüm sancıları, işgalle birlikte Türk ve Rum tebaa arasında ortaya çıkan huzursuzluk, savaştan sonra yeni kurulan Türkiye devletinin gayrimüslimlerle olan sınavı ve şehri kavuran büyük İzmir yangını gibi tarihsel olay ve olguların; insanların yaşamında yol açtığı yıkımları, acıları, travmaları edebi bir dille okuyucuya aktarıyor.
Hazan Vakti’nin yazarı Merve Küçüksarp ile yeni romanı hakkında konuştuk. İzmir’deki azınlıkların yaprak dökümünü simgelediği için kitabına “Hazan Vakti” ismini verdiğini söyleyen Küçüksarp, romanın geçtiği dönemi anlatırken milliyetçiliğin yükselişini vurguladı, “bu siyasî, tarihsel ve toplumsal gelişmeler içinde artık İzmir’de çok milletli yapıya yer yoktu” diye konuştu.
Körkütük, Ab-ı Hayat gibi kitaplarınızdan sizi tanıyoruz ama öncelikle yazarlık serüveninizden bahsetseniz… Nasıl başladınız yazmaya?
Yazarlık çocukluk hayâlim, yazmak çocukluktan beri yaptığım bir şey. Ailenin tek çocuğu olduğum için yalnız bir çocuktum. Bir dönem vakit geçirmekten en çok keyif aldığım şey kitap okumaktı. Zaman zaman okul hayatının yükünden dolayı kesintilere uğrasa da, yazmak da bende o zamanlarda başlayan, üniversite yıllarında körüklenen bir tutkuydu sanırım.
Hazan Vakti’nde işgal yıllarından kurtuluşa giden süreçteki İzmir’i ele alıyorsunuz. Nereden aklınıza geldi böyle bir kitap yazmak?
Erken Cumhuriyet dönemi yazarları ya Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da sıkça görüldüğü gibi savaş ve işgal sancısının dışında kalan hayatları yazmışlar ya da Halide Edip Adıvar ve Falih Rıfkı Atay’da olduğu gibi savaşı ve işgalin acılarını. Bu yazarlar gerek yaşamlarının önemli bir kısmı İstanbul’da geçtiği, gerek ise İstanbul siyasî açıdan çalkantılı bir şehir olduğu için hikâyelerinin geçtiği mekân için İstanbul’u seçmişler. Hâlbuki İzmir siyasî bir şehir olmasa da Kurtuluş Savaşı için çok önemli. Buradaki işgal millî mücadeleyi başlatmış ve millî mücadele İzmir’in kurtuluşuyla birlikte sona ermiş.
Ama buna rağmen işgal, İzmir’deki her sınıfı aynı şekilde etkilememiş. İşgalin yasını tutanlar, alkış tutanlar ve hiçbir tarafı tutmayanlar var. Açıkçası bu benim en çok ilgimi çeken şey oldu; Kurtuluş Savaşı devam ederken işgal altındaki İzmir’de insanların bu meselelere yaklaşımı ve hayatlarının aldığı nizam…
Kitabın adı da buradan geliyor değil mi?
Roman Osmanlı’nın “Hazan Vakti”ni anlatıyor ama ben daha ziyade İzmir’deki azınlıkların yaprak dökümünü simgelemesi açısından “Hazan Vakti” ismini koydum. Biliyorsunuz hazan vakti, sonbaharda yaprakların döküldüğü vakittir aynı zamanda.
Kitap bizi mütareke ve işgal yıllarının, 1922 yılının İzmir’ine götürüyor. Bu dönem için nelerden yararlandınız?
Yerli yabancı İzmir’e ve o döneme dair ne kadar kaynak varsa okudum diyebilirim. Bilhassa romanda sağlıklı bir yargıya yer verebilmek için İzmir yangınının kimler tarafından çıkarıldığı ile ilgili bütün karşıt tezleri okudum.
Hazan Vakti için bir nevi “tarihî roman” diyebiliriz. Sizce romanı nesnel olması beklenen bir tarih kitabından ayıran veya edebi unsurları, kurgusunu da işin içine katarsak daha etkili kılan ne?
Hazan Vakti bir tarih kitabı değil. Kaldı ki, Aristo’nun dediği gibi insan politik bir hayvansa eğer, bir tarih kitabının da yüzde yüz tarafsız olduğunu söyleyemeyiz. Tarih, kendisini yazamaz. Onu anlatanların kalemleriyle yazılır; bakış açısıyla aktarılır.
Erken dönem tarihî romanlarda, tarihî olaylar âdeta romanın çıkış noktasıydı ve karakterler bu tarihî olayları anlatmak üzere bu olayların etrafında kendilerine yer bulurlardı. Ama bunun artık modası geçti. Artık tarihî olaylar, karakterleri ve yaşayışlarını anlatmak için bir vesile bana kalırsa. Roman, tarihî olayları anlatmak için değil, bu olayların insanların yaşamındaki etkilerini anlatmak için var oluyor. Hazan Vakti’nde öyle en azından.
Evet, işgal İzmir’i resmediliyor. Evet, millî mücadeleyle ilgili ayrıntılar romanın bütününde… Ancak romanın ön planında karakterlerin yaşadıkları, olaylardan ne denli etkilendikleri söz konusu.
İşgal yılları ve öncesinin İzmir’i Rum, Yahudi, Ermeni ve Türkleri ile deyiş yerindeyse kozmopolit bir vilayet. Daha da açarsak sizin sözcüklerinizle: Memalik-i Osmaniye’nin sandığının aksine Doğulu değil. Seyyahların allandıra ballandıra anlattığı gibi Batılı da değil. Yahut hem Batılı hem Doğulu. İzmir’i bu anlamda farklı kılan ne?
İzmir gerçekten de farklı bir şehir. Kordon’a ve şehrin batısına denk düşen mahallelere baktığınızda İstanbul’la kıyaslandığında özgürlükler oldukça fazla. Kadınlar ve erkekler eğitimliler, şık giyiniyor, dünyayı yakından takip ediyorlar. Evlerin mimarisi, giysiler, alışkanlıklar ve tavırlar oldukça Avrupai. Bu durum seyyahları hayrete düşürüyor zaman zaman. Ne var ki, Kadifekale civarında biraz gezildiğinde bu Avrupai yüzünün aldatıcı olduğu görülebiliyor. Orada hayat da, sokaklar da, Anadolu’nun fakir kasabalarınkinden farklı değil. Bu yönüyle arada kalmış bir şehir.
İzmir’in bu kadar çeşitli millete ve terbiyeye mensup toplumu bir daha hiçbir zaman bir arada göremediğinden bahsediyorsunuz. Dönemin sermaye yapısına baktığımız vakit çoğunluğu “yabancıların” elinde. Ama bir de İttihatçılarla birlikte hızlanan “milli burjuvazi” oluşturma çabaları var. Çünkü İzmir, limanıyla da önemli bir ticaret merkezi. Böyle bir sosyo-ekonomik yapı içinde en azından farklılıklarıyla huzur içinde yaşayan sıradan insanlar da var; birbirine komşu Rum, Yahudi, Ermeni, Müslüman mahalleleri… Sanırım en çok zararı onlar görüyor değil mi sonra?
Elbette. Bu insanlar asırlardır bir arada kardeşçe yaşamışlar. Ve sonra imparatorluk parçalanıyor. Yunanistan, dönemin siyasî şartları gereği İngiltere’nin dolduruşuyla “Küçük Asya” hayâlini gerçekleştirmek için topraklarımızı işgal ediyor. Bunu sevinçle karşılayan bir kesim var muhakkak. Onlar işgal askerlerini sevinç içinde karşılıyorlar. Azımsanmayacak kadar fazla bir kesim. Ancak tam tersi bu işgalden rahatsız olan, huzurlarının bozulacağından çekinen Rumlar da bir hayli fazla. Nitekim zaman onları haklı çıkarmış. İzmir’de bu kardeşçe huzur içinde yaşama dair bir daha hiçbir şey aynı olmamıştır.
Bir yanda “harp zenginleri”, diğer yanda parçalanmış bir imparatorluktan ulus devlete geçilen sancılı süreçte yeni Türkiye devletinin “azınlıklarla” olan sınavı söz konusu. Malûm milliyetçiliğin tüm dünyada yükseldiği, ulusların kimliklerini “öteki” üzerinden tanımladığı bir çağ... Siz bu bağlamda toplumsal barışı göz önünde bulundurarak neler söylemek istersiniz?
Tarihe baktığımda aslında her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu düşünüyorum. Günahıyla sevabıyla… Olması gerektiği için imparatorluk parçalandı, tüm milletler kendi içlerinde kenetlendi ve ulus olma fikri yayıldı, yegâne ülkü oldu. Çünkü tüm dünyada öyleydi. Biz aslında çok geç tanıştık ulus fikriyle. Bu bile Avrupa’dan ithal bize. O kadar uğraştık ki, 19. yüzyılda imparatorluğu bir arada tutmak için. İlber Ortaylı, “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” diyor, 19. yüzyıl için. Gerçekten de öyle.
Çünkü başaramadık! Yıkılmaya mahkûm oldu Osmanlı. O yıkılırken, Türk tebaası altında kaldı. Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan yeni devletin ise ulus devlet olmaktan başka şansı yoktu. Sonunda biz de milliyetçiliği şiar edindik. Ekonomi ve sanayi de elzem... Millî burjuvazi oluşturmaya çalıştık; azınlıkların imtiyazlarına son vermek, tüm okullarda eğitim dilini Türkçe yapmak da bu çabalarımızdan bazılarıydı. Ama ne yazık ki olmadı. Çünkü bir ülke salt bir fikir üzerine kurulamaz. Dolayısıyla bu siyasî, tarihsel ve toplumsal gelişmeler içinde artık İzmir’de çok milletli yapıya yer yoktu.
Büyük İzmir yangını için iki farklı tezden bahsediliyor: Biri şehirden geri çekilirken Yunanistanlıların yaktığı diğeri ise Türkiyelilerin yaktığı yönünde. Siz bu konuyla ilgili ne gibi bulgulara rastladınız?
Dediğiniz gibi iki ayrı görüş ve ikisini de destekleyen bulgular var. Mesela yangının Yunanlılar tarafından çıktığı iddiasının en büyük dayanağı o dönem İzmir’de yanan Rum ve Ermenilerin evlerini sigorta eden şirketin, itfaiye teşkilatının verileriyle hazırladığı raporlar. Ben bu raporların özenli bir tertip olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduruyorum.
Diğer yandan dönemin görgü tanıklarının ifadeleri, yangının Rum ve Ermeni mahallelerinde çıkmış ve Türk mahallelerine sirayet etmemiş olması, yabancı basından fotoğraflar…
Tabiî en önemlisi kurtuluş sırasında İzmir’de bulunan Atatürk’ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı eserinde yangın hakkında yazdıkları yangının Türkler tarafından çıkarıldığı ve körüklendiği savına önemli delil teşkil ediyor. Elbette bunun doğruluğundan emin olamıyoruz ancak benim kişisel kanaatim bu yönde.
Yangından sonra İzmir’de neler oldu?
Çok hızlı bir imarlaşma ve Türkleşme…
Romanların, insanların ve toplumların kendileriyle yüzleşmesine aracılık ettiği fikrine katılıyor musunuz?
Elbette katılıyorum. Klasik tarihçilik bize katı bir tarih öğretti okullarda. Sorgulamanın suç sayılacağı bam telleri de içindeydi. İşini ciddiye alan tarihçiler kuşkularının peşinden giderek yakın tarihe ışık tutmaya çalıştılar. Son dönem romancılar da romanlarında yer verdikleri olaylara eleştirel bir bakış açısından bakmaya çalışıyorlar. En azından ben Hazan Vakti’nde bunu yapmaya gayret ettim.
Diğer yandan bir romanın sırf topluma ışık tutmak veya bir tarihî olayı başka bir boyutla ele almak için yazılmasında da sıkıntılı bir yan olduğunu düşünüyorum. Tarihe ışık tutmakla, edebi bir eser yaratmak arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiye bir romancının çok dikkat etmesi gerekir diye düşünüyorum.
Hazan Vakti’nden... |
Kimi zaman insan için gidecek bir yer yoktur; ya da gidilse de kalınacak herhangi bir penah. Kişi kendini ait hissetmeyebilir çoğu zaman; en çok ait olduğunu sandığı yerde. Bulunduğu yerde en ufak bir iz dahi bırakmayabilir; bütün köklerini orada salmışken. Ve kişinin en büyük laneti kendini Cennet'teyken bile Araf’ta, yolun sonuna gelmişken bile hep eşikte, vatanındayken gurbette, sevgilinin yanında bile hasret hissetmesidir aslında. Sahipken yokluk, tokken açlık, birken ikilik çekmesidir. |
Romanın başkahramanı Selim’in neredeyse yaşamının büyük bir bölümünde babası Rahmi Bey’in izleri görülüyor. O Rahmi Bey ki büyük oğlunu savaşta kaybedince “Zat-ı Şahane” ile gönül bağlarını koparıyor; savaş yıllarında Rum işadamlarıyla birlik olup karaborsacılık yapmak gibi yolları dahi mübah sayıyor. Selim’in yaşamında baba faktörü nedir tam olarak?
Selim çocukluğunda otoriter bir babayla büyümüş, gençliğinde ise ağabeyini kaybetmesi yüzünden birden babasının sınırsız sevgisi ve hoşgörüsüyle yüzyüze gelmiş.
İçine kapanık, hiçbir dala konamayan, maymun iştahlı tabiatında bunun izlerini görmek mümkün. Maria ile ilişkisinin sınırlarını babasıyla içten içe girdiği cenk belirliyor âdeta.
Selim evli ve çocuğu var. Ama bir yandan da bir gün yakın arkadaşı vesilesiyle kendini buluverdiği randevuevinde bir kadına, Maria’ya âşık oluyor. Maria, Selim’in hiçbir zaman sahip olamayacağı kadın ama bir yandan da var olma çabası denilebilir belki de. Selim’in maneviyat arayışı romanın neredeyse tümünde hissediliyor. Kimi zaman insan için gidecek bir yer sahiden yok mudur?
Evet, dediğiniz gibi roman boyunca onun için yasak olan bir kadına âşık oluşunda, onunla bir hayat kurmaya çalışmasında, sonra başaramayışında biz aynı zamanda Selim’in manevi arayışına da şahit oluyoruz. Hep bir, arada kalmışlık onunki… Ailesinin yanında kendini onlara ait hissedemiyor; karısının yanında ona bir koca olduğunu hissedemiyor; kızının yanında da baba olduğunu. Ne yapsa bu arada kalmışlık, bu tamamlanmamışlıktan kurtulamıyor. Maria’yla yakınlaşma isteği de biraz bu yüzden. Ama onunlayken de kendini ona ait hissedemiyor. Tam bir huzursuzluk hâli ondaki. Selim öyle bir noktaya geliyor ki, onun için gerçekten de gidecek bir yer yok. Ya da gitse de sığınacağı bir yer… Kimi zaman hepimiz için öyle bir an olmuştur. (SE/YY)