Gazeteci Cenk Başlamış 21 yıl yaşadığı Rusya'da gözlemlediği tüm olayları bir kitap haline getirdi. Rusya'nın geçirdiği dönüşüme bizzat tanıklık eden Cenk Başlamış'ın kitabı, son bir yıl içerisinde Rusya ve Türkiye arasında gerçekleşen hızlı diplomatik gelişmeleri anlamak isteyenler için de önemli bir kaynak niteliğinde.
Kitabının önsözünde de belirttiği gibi yazılarını bir Rusya uzmanı edasıyla kaleme almamış. Son dönemde televizyon programlarında ve gazetelerde her konunun en üst düzey uzmanlarının(!) yer aldığı bir dönemde bu üslubun değerli olduğunu düşünüyorum.
Yazılarında sadece Rusya'nın diplomatik gelişmelerini yorumlamamış, Rusya halkının sosyal yaşamına dair de somut örnekler veriyor. Kitap Başlamış'ın yalın dili ve akıcı üslubuyla kolayca okunurken okuyucuya sıkıcı bir diplomasi kitabı havası vermiyor. Bu kitap, eski Moskova Büyükelçisi emekli diplomat Halil Akıncı'nın da dediği gibi, ''Kısa yoldan Rusya'yı ve Rusları Tanıma Rehberi''.
Başlamış kitapta meslek ustalarından biri olan rahmetli Mehmet Ali Birand için de bir yazı kaleme almış.
Bu kitap muhabirliğin kıymetini bir kez daha herkese hatırlatıyor.
Rusya’ya ilk defa gitme maceranızdan başlayalım isterseniz. Mehmet Ali Birand’ın teklifiyle Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünde üçüncü sınıfta okurken Moskova’ya gazeteci olarak gidiyorsunuz. Kitabın önsözünde Moskova’da neyle karşılaşacağınızı bile bilmediğinizi yazmışsınız. Birand’ın teklifini kabul etmenizde en büyük etken ne oldu? Şimdi geriye dönüp baktığınızda gerçekten büyük cesaretmiş yaptığım diyor musunuz?
Gazeteciliğe başladığım 1983 yılından beri dış haberciyim. Milliyet'te 1986 yılında çalışmaya başladım, yani Mihail Gorbaçov'un Sovyetler Birliği'nde iktidara geldiği yıl. Gorbaçov kısa süre sonra reformlara başladı ve dünyanın gözü Moskova'ya çevrildi. Milliyet Dış Haberler Servisi'ndeki gazeteci ağabeyimiz rahmetli Dinçer Güner çok deneyimliydi, yaşananların tarihi nitelik taşıdığını hemen anladı. O sıralarda Milliyet'in dış haberler sayfasında Sovyetler'le ilgili her gün en az bir haber çıkıyordu, oradaki değişimi çok yakından izliyorduk. Hatta, o kadar çok Moskova haberi kullanıyorduk ki, "Babıali'nin Pravda'sı artık Milliyet" esprileri yapılır olmuştu.
Cenk Başlamış hakkındaİstanbul İngiliz Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih mezunu. Gazeteciliğe Türk Haberler Ajansı Dış Haberler Servisi’nde başladı. 1989’da Milliyet’in Moskova temsilcisi oldu; 2010 yılına kadar bu görevi sürdürdü. Bu dönemde Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programında da muhabirlik de yaptı. 2010 yılında Milliyet'te Yazı İşleri müdürü olarak görev yaptı. Bir yıl sonra ayrıldı. Moskova sonrası bir dönem İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde ders verdi. Halen kurucusu olduğu medyagunlugu.com haber sitesini yönetiyor. |
İşte böyle bir dönemde, tam olarak 1988 sonlarında Birand bana Moskova'ya gitmeyi önerdi. Bir dış haberci olarak benim gönlümde yatan aslan dış muhabirlikti zaten. Ben aslında Ortadoğu haberlerine daha çok ilgi duyuyordum ama Birand'ın bana altın tepsi içinde tarihi bir fırsat sunduğunu hissettim ve düşünmeden kabul ettim. Uluslararası kamuoyunun gözünün üstünde olduğu Moskova'ya ilk yerleşik Türk muhabir olarak gitme düşüncesi beni çok heyecanlandırdı. Ama Moskova, hele o zamanlar, yaşaması çok zor bir yerdi, gazetecilik yapmanın zorluklarından söz etmiyorum bile. Dilini, alışkanlıklarını bilmediğiniz bambaşka bir dünya. Doğrusu çok zorluk çektim ama gazetecilik açısından olağanüstü bir deneyim oldu benim için. Geriye dönüp baktığımda çok doğru bir karar aldığımı görüyorum ama yaşadıklarımı hatırlayınca, evet yaptığım büyük cesaret gerektiriyormuş diyorum. Tabii, Moskova'ya gitmeme izin veren Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof.Dr. Abdullah Kuran'a da müteşekkirim, hayatımı değiştirdi.
Yazılarınızdan ikincisinin başlığı “Rusya Akılla Mantıkla Anlaşılmaz”. Siz ilk gittiğinizde Rusya’yı ve Rusları anlatmakta zorluk çektiniz mi? Neler yaşadınız bu süreçte? Türkiye ile Rusya’nın bazı noktalarda benzediğini de söylüyorsunuz aynı zamanda.
Rusları anlaması zordur, hatta herhangi bir yabancının kendilerini anlamasının olanaksız olduğunu düşünürler. Evet, ülkeyi ve insanlarını anlamakta zorluk çektim. Her ülkenin kendi koşulları, kendi adetleri var, bu doğru. Ama örneğin İstanbul'dan kalkıp Berlin'e ya da Londra'ya ya da New York'a yaşamaya gittiğinizde genel sistem ve hayat tarzı olarak büyük yabancılık çekmezsiniz, kısa sürede uyum sağlayabilirsiniz. Oysa Moskova'da durum farkıydı, bizim, yani Doğu Bloku'na ait olmayanların, görmediği bir sistem vardı. Zaten başlarda dil sorunu da olduğu için ülkeyi ve insanlarını anlamakta, anlatmakta büyük zorluk çektim. Rusça öğrenmenin sayesinde süreç içinde anlamaya başladım. Hayatımın belki de en zorlu mücadelesini Rusça konusunda verdim.
Düşünün, bambaşka bir ülke, bambaşka bir sistem, gündelik hayatınızı sürdürebilmek, mesela süt ya da domates bulmak için koşturmanız gerekiyor, asıl önemlisi gazete sizden her gün haber bekliyor, bu durumda Rusça gibi çok zor bir dili nasıl öğreneceksiniz? Ama iki nedenden ötürü Rusça öğrenmem gerekiyordu. Birincisi yaşadığınız ülkenin dilini öğrenmek zorundasınız, ikincisi Rusya gibi kapalı bir toplumu yabancı dille çözmeniz olanaksız. Zaten ya İngilizce bilmiyorlardı ya da bilseler bile konuşmak istemiyorlardı, kaldı ki haber kaynaklarının neredeyse tamamı Rusçaydı. Bir de gazeteci olarak tarzanca değil gerçekten iyi Rusça konuşmam gerekiyordu, Ruslar da bana bunu hissettiriyordu.
İşte mücadelem böyle başladı. Demin anlattığım koşullarda Rusça öğrenmeye çalıştım ama o kadar zor bir dil ki, defalarca pes etmenin eşiğine geldim, yok ben yapacağım dedim. Sadece 2-3 ay özel ders aldım, onun dışında kendi çabamla öğrenmeye çalıştım. Pes etmeyi bir türlü gururuma yediremedim, sonunda "Sen artık Rusça biliyorsun" dediklerinde herhalde üç yıl geçmişti. O mücadele beynime o kadar kazındı ki, bugün bile bir Rus'la konuşurken, nasıl cümleler kurduğuna, hangi kelimeleri, deyimleri kullandığına, benim söylediklerimin gramer açısından doğru olup olmadığına sürekli dikkat ederim.
İki ülkenin benzerliğine gelince... Evet farklı sistemler var ama sonuçta ikisi de ağırlıklı olarak Doğu toplumu, akılcılık değil duygular, kadercilik, boşvermişlik ağırlıkta. Tek farkın din olduğunu düşündüğüm zamanlar da olur. Zaten bu nedenle herhangi bir Batı ülkesinde göremeyeceğiniz şeyleri Rusya ve Türkiye'de kolayca görebilirsiniz.
Rusya’da bir değişim yaşandığını ve artık Rusya’da yeni Ruslar ve eski Ruslar olduğunu söylüyorsunuz. Neydi bu değişim Rusya’da? Siz neler gözlemlediniz?
Her ne kadar öyle bilinirse bilinsin, adı ne kadar öyle olursa olsun Rusya'da sosyalizm bence yoktu. Olan, Komünist Parti'nin yönetimindeki bir avuç ayrıcalıklı insanın halka tahakkümüydü. Ama kağıt üzerinde eşitlik vardı. Ortalama bir vatandaş ayda 220 ruble, yani o zamanki resmi kurla 130 dolar, karaborsa kuruyla 35 dolar maaş alıyordu. Sovyetler yıkılıp 1992 başında piyasa ekonomisine geçilince bir zenginlik sevdası başladı. Bizdeki Özal dönemine çok benzeyen bir dönemdi, biraz da "Vahşi Batı"ya benzeyen. Bir grup insan ama mafyayla ama eski Komünist Parti ya da KGB'deki bağlantılarını kullanarak, biraz da yasal para kazanma mekanizmasının henüz oturmaması sayesinde, özelleştirilen fabrikaları, milyar dolarlık dev işletmeleri neredeyse bedava ele geçirdi. Çok iddialı olarak söylüyorum, 1990'larda Rusya'da zengin olmuş herkesin serveti kuşkuludur. Bu insanlar çoğunlukla toplumun eğitimsiz ve düşük kültürlü kesimindendi. Mercedes'in en pahalı modeliyle gezen, altın kolye takan bu insanlar kolay yoldan elde ettiklerini zenginliklerini görgüsüzce sergilemekten haz alıyordu. İşte toplum bu insanlara "Yeni Rus" adını taktı.
Bu dönemin en önemli özelliği ahlaki yozlaşmanın Rusların çok değer verdiği maneviyatı yerle bir etmesiydi. O kadar ki, "Yeni Ruslar"dan nefret edenler, yani "Eski Ruslar" aslında ötekilere öykünüyordu ama onların sahip olduğu bağlantılar bulamadıkları, fırsatlarla karşılaşamadıkları için zengin olamadılar. "Yeni Ruslar" belki artık o kadar görgüsüz değil ama piyasa ekonomisine geçişin topluma yarattığı manevi çöküş bitmedi.
2009 yılında yazdığınız “Herkes Neden Gergin Böyle?” yazınızda Rusya’da insanların birbirlerine olan tahammülsüzlüğünden bahsediyorsunuz. Rusya’da yaşanan öfke, ırkçılık toplumu nasıl etkiledi? Siz bu şekilde olaylarla karşılaştınız mı?
Ben Moskova'da yaşadığım için diğer Rusya kentleri için konuşmak istemem ama Moskova'daki Ruslarda genel olarak bir gerginlik, tahammülsüzlük var. Orada yaşarken kafayı en çok taktığım sorulardan biri buydu. Neden? Bence kapalı bir toplum oldukları, tarihleri boyunca dışarıdan sık sık saldırı altında kaldıkları için aslında kendilerini korumaya çalışıyorlar. Bu koruma kaygısı saldırganlık olarak davranışlarına yansıyor. Tanımadıkları kişilere karşı güvensizlik duyuyorlar, korkuyorlar. Hele hele bu kişi yabancıysa araya iyice duvar örüyorlar. Eğer çaba gösterir, bir şekilde yakınlaşmayı başarabilirseniz, sonunda sizi "aileden biri" olarak kabul ediyor ve normal zamanda esirgedikleri kibarlığı, dostluğu, sevgiyi, şefkati, desteği göstermeye başlıyorlar. Ama bunun için çok uğraşmanız, ilk adımı mutlaka sizin atmanız gerekiyor.
Irkçılık konusuna gelince... Moskovalıların çoğunun ırkçı olduğuna inanıyorum. Ben kişisel olarak fiziki bir saldırıyla karşılaşmadım ama hiç tanımadığım kişilerin sırf onlara benzemediğim için beni aşağılamaya çalışan bakışlarını çok gördüm.
Rusya’da kadın hakları ne durumdaydı? Kadınlar iş yaşamında, sosyal yaşamda nasıl yer buluyordu kendine? Kadın örgütleri rahatlıkla hareket edebiliyor muydu sivil toplum alanında?
Rusya'nın kadın hakları konusunda kağıt üzerinde bir sorunu yok. Toplum içinde ilerlemeleri önünde de aslında engel yok ama orası sonuçta bir Doğu toplumu olduğu için kadına genel bakış Türkiye'den maalesef çok farklı değil. Rus kadını toplumun temel direğidir, eştir, annedir, gündüz işte çalışır, akşam eve gelir yemek yapar, temizlik yapar ama yine de Rus erkeğine yaranamaz, ondan hak ettiği saygıyı göremez, dayak yer, aşağılanır. Ama mutlaka bir karşılaştırma yapacaksak benzer durumdaki Türk kadınlarına göre haklarına daha çok sahip çıkmaya, kendisini ezdirmemeye çalışır.
Putin için İzvestiya gazetesinin yazdığı şöyle bir cümleyi eklemişsiniz kitabınıza: “Putin’in ardından en sevilen ikinci politikacı Sovyet döneminden kalma Jirinovskiy. Onun puanı ise tek haneli rakamda. Bu durumdaki bir ülke için başka ne söylenebilir?”. Putin’in Rusya halkı karşısında değeri nedir? Rusyalılar neden Putin’e bir alternatif çıkaramıyorlar? Yoksa çıkarmak mı istemiyorlar?
Putin, 1990'lardaki lider olan Boris Yeltsin'den sonra iktidara geldi. Yeltsin dönemi dağılmanın yol açtığı şiddetli depremlerle korkunç bir kaos içinde geçti. Bir azınlık dışında halk çok kötü zamanlar yaşadı, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Dışarıda Rusya alay edilen, küçümsenen bir ülke halini aldı, içeride ise parçalanmanın eşiğine geldi. İşte Putin bu Rusya'yı ayağa kaldırdı, kırılan onurunu onardı, kısmen de olsa halkın yaşam düzeyini yükseltti.
Kısacası çoğunluk için o bir kahraman. Putin tek başına mücadele ederek iktidara gelmiş birisi değil, sistemin iktidara oturttuğu eski bir KGB'ci. Demokrasi onun için fazla bir anlam taşımıyor, öncelikler listesinde yok, "Halka ne kadar demokrasi gerektiğine yöneticiler karar verir" diye düşünüyor. Buna Rusya'da "kontrollü demokrasi" ya da "yönetilebilir demokrasi" adı veriliyor. Putin'e alternatif çıkması zor çünkü birincisi halkın böyle bir talebi yok, ikincisi muhalefetin yaşam alanı son derece kısıtlı, medya iktidarın elinde bulunduğu için sesini duyurması olanaksız. Rusya bir gizli servis devletidir ve sistemin onaylamadığı birisinin iktidara gelmesi olanaksıza yakındır. Rus halkının daha çok demokrasi istemesi için orta sınıfın güçlenmesi gerekiyor.
Rusya’da her dış politikası hamlesi aslında iç kamuoyuna yöneliktir ve özünde hepsi Kremlin’in ‘dış düşmana’ karşı ülkeyi nasıl kahramanca savunduğu tezini işlemektir, diyorsunuz. Türkiye’nin dış politika gelişmelerini yorumlayanlar arasında da son yıllarda böyle bir görüş var. Bu benzerliği nasıl yorumluyorsunuz?
Rusya'ya dışarıda bakanlar eğitim seviyesi yüksek bir halk görür ama ben farklı düşünüyorum. Elbette Türkiye ile karşılaştırıldığında daha eğitimli olabilirler ama genel olarak bize benzediklerini düşünüyorum. Devletin "patron" olduğunu baştan kabullenmişler, devlet de onlara sürekli "senin benim için hiçbir değerin yok" muamelesi yapıyor ki, aslında bu durum Çarlık dönemine kadar gidiyor. Bunun perde arkasında iktidarı koruma, sürdürme ihtirası yatıyor. Propaganda makinası elinizde olduğu zaman her halkı manipüle edebilirsiniz ama Türkiye ve Rusya gibi devletlerde bu daha kolay. İşte bu nedenle bizim gibi ülkelerde yöneticiler iktidarlarını sürdürebilmek için hep bir "dış düşman"dan bahseder. Çekilen bütün sıkıntıların sebebi o "dış düşman"dır. Böylece hedef saptırılır, halkın iktidar çevresinde toplanması sağlanır. Mesela Rusya'yı yönetenler Türkiye ile uçak krizini bu amaçla kullanmış, ekonomik kriz içinde bulunan vatandaşları "düşman Türkiye" algısıyla oyalamıştır. Biz de sık sık aynısını yapıyor, dünyanın bize savaş açtığını iddia ediyoruz.
21 yıl Moskova’da gazetecilik yapmış biri olarak yaşanan uçak krizinden sonra “Şu an oradaki bir Türkiye vatandaşı olmak istemezdim” diyorsunuz. Rusya’da yaşayan Türkiye vatandaşları orada medyaya yansıyanlardan daha fazla mı zorluk yaşadılar sizce?
Ben bunu söylerken İstanbul'daydım ama 2008 yılındaki Rus-Gürcü savaşı sırasında ve sonrasında Moskova'da yaşayan Gürcistan vatandaşlarının başına gelenleri kendi gözlerimle görmüştüm. Aynı şeylerin yaşanacağını biliyordum, öyle de oldu. Irkçı saldırılardan söz etmiyorum. Hayatlarını artık Rusya'ya adamış, ekmeğini orada kazanan, 20-25 yıldır orada yaşayan, kimileri Rusya vatandaşlarıyla evlenmiş Türklerin hayatlarının kabusa çevrilmesinden söz ediyorum.
Rusya öyle bir ülke ki, bir gecede oturma izniniz iptal edilebilir, işyerinize el konulabilir. İşte oradaki Türkler aylarca bu korkuyla geceleri yastığa kafasını koydu, sabah bu korkuyla uyandı. Bildiğim kadarıyla bir sürü Türkiye vatandaşı dönmek zorunda kaldı ya da dönmeyi seçti. Mesela çok yakın bir arkadaşım artık orada ticaret yapma olanağı kalmadığı için Rus eşini ve çocuklarını bırakarak buraya geldi çalışabilmek için, ailesi geçici olarak parçalandı. Türkiyeli öğrencilerin yurtlarının basılması, yolda polisin bitmek bilmeyen tacizi ya da Moskova'ya giden Türklerin havaalanında bekletilmesi türü olaylardan söz etmiyorum bile. Dolayısıyla, insan olarak bu olaylara tanıklık etmek istemem anlamında söyledim o sözü.
Mehmet Ali Birand şu an yaşasaydı eğer, Türkiye’nin dış politika gelişmelerinin yorumlanmasına nasıl bir katkısı olurdu? Bu kadar karmaşık bir ortamda diplomasi muhabirliği yapmış biri olarak siz ne düşünüyorsunuz? Diplomasi muhabirliği yapmak eskiye göre ne durumda?
Ben yakından tanıdığım Birand'ın gazeteciliğini hep takdir ettim. Şimdilerde unutuldu ama gazeteciliğin özü muhabirliktir, Birand da gördüğüm en iyi muhabirlerden biriydi. Benim o zamanlarda 26-27 yaşımda üşenebildiğim konularda onun nasıl çocukça bir heyecan duyarak koşturduğuna çok tanık oldum. Karmaşık konuları, özellikle dış haberleri herkesin anlayabileceği kadar basit bir şekilde anlatmasını başarırdı. Bir gün bana telefon etti, beni CNN Türk'teki bağlantıda seyretmiş, "Cenk karşımda Washington Post muhabiri var sandım!" dedi. Önce gururlandım, beni övüyor sandım ama hemen ardından aslında eleştirdiğini farkettim. Bir Washington Post muhabiri edasıyla, derin siyasi analizler yapmaya çalışmamı kastediyormuş. Zaman içinde ben de çok karmaşık konuları basit şekilde anlatabilmeyi ondan öğrendim.
Günümüzde zaten özellikle ana akım medyanın çalışanlarından "haber" beklentisi kalmadığı için dış muhabirlik ya da diplomasi muhabirliği de can çekişmeye başladı. Örnek olarak, benim çalıştığım Milliyet'in bir zamanlar yurtdışında 20-25 bürosu-muhabiri vardı. Dünyanın herhangi bir köşesinde bir olay patlak verince de, Türkiye'ye ne kadar uzak olursa olsun hemen bir muhabir oraya gönderildi. Düşünün o Milliyet'in yıllardır Washington'da bile muhabiri yok!
Ama bu Milliyet'e özgü değil, Türk medyasının geldiği nokta bu. Eğer Birand yaşasaydı bir gün Moskova'da, bir gün Tel-Aviv'de, başka bir gün Londra'da ya da Şam'da, kısacası nerede olay varsa orada görürdük ve yaşananları hepimizin anlayacağı bir dille onun ağzından öğrenirdik. Ben Moskova'da esas olarak diplomasi muhabirliği yaptım. Bence gazeteciliğin en zevkli dallarından biri diplomasi muhabirliği. Ama Türkiye içe kapandıkça diplomasi muhabirliğine talep azaldı, neredeyse hiç kalmadı maalesef. Gazeteciye talebin olmadığı bir ülkeye de bu yakışır zaten!
Son olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’e mektubunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kısa süre içerisinde Rusya ve Türkiye arasındaki ilişkiler düzelecek mi yoksa çok zaman alacak mı? Türkiye’deki bilgi kirliliğinden uzaklaşabilmek için soruyorum. Siz Rusya’nın tavrının bu süreçte nasıl olacağını düşünüyorsunuz?
Erdoğan'ın mektubu sonrası hızlı gelişmeler yaşandı ve Putin'le yaptıkları telefon görüşmesi sonrası öyle görünüyor ki kriz geride kaldı.
Rus uçağının düşürülmesi bence diplomasi tarihinde örnek gösterilen olaylardan biri olacak. Yani, haklı olduğunuz bir konuda yanlış yöntem kullanarak kendi ayağınıza kurşun sıkmanın örneği. Hava sahanızı ihlal etti diye yabancı bir savaş uçağını düşürüyorsanız sonuçlarına katlanacaksınız, katlanamayacaksanız düşürmeyeceksiniz.
Bence krizin noktalanış şekli aynı zamanda Türkiye'nin Rusya'nın üstünlüğünü kabul etmesi anlamına geliyor. Bu durum kaçınılmaz olarak ikili ilişkilere yansıyacak, Rusya Türkiye'ye artık daha bir tepeden bakacak, isteklerini dikte etmeye çalışacak. Hataları nedeniyle Türkiye'nin sırtının duvara dayandığını görüyorlar. (FÇİ/ÇT)