Türkiye’nin madencilik tarihi kara sayfalarla dolu. Tıpkı kömürün karası gibi. Biri Osmanlı döneminde diğeri de Cumhuriyet döneminde olmak üzere iki kez mükellefiyet yasası çıkarıldı. Her iki yasa da maden ocaklarında zorunlu çalışmayı gerektiriyordu. Özellikle kırsal kesimdeki vatandaşların kömür madeninde çalışması emrini içeren mükellefiyet, yalnız çalışma yaşamında değil, toplumsal tarih adına da hazin bir hatıranın, ölümün, gözyaşının ve büyük bir dramın fotoğrafı. Ancak yalnız “hazin bir hatıra” denilemeyeceğini, yıllar sonra meydana gelen maden faciaları kanıtlıyor.
Devletin buyruğu ile eskiden madenlerde işçilerin zorunlu olarak çalışması mevzubahisken kapitalizmle geç tanışan Türkiye’de insanların artık “gönüllü olarak” madenlerde çalışmakta olduğu görülüyor. “Gönüllü mükellefiyet”in tanımı ise şu: “Ya öleceğinizi bile bile çocuklarınızın karnı doysun diye o madene ineceksiniz ya da dışarıda açlığı mahkûm olacaksınız.” İkisi arasında bir fark yok aslında. Bunun böyle olduğunu son olarak Soma ve Ermenek faciaları bir kez daha gösterdi. Fakat madenciliğin böylesi facialarla anılması mükellefiyet kanunlarının çıkarıldığı dönemlere kadar gidiyor. 1867 ve 1940 yıllarında çıkarılan mükellefiyet günümüzde çok da dillendirilmeyen bir konu. Mükellefiyet insanların yaşamında ne gibi travmalara yol açtı? Kömür madenlerinde çalışacaklar nasıl belirleniyordu? Madenlerdeki çalışma koşulları nasıldı? İlk mükellefiyetin çıkarıldığı güne dek topraktan geçimini sağlayan vatandaşlar için madencilik ne anlama geliyordu?
Metin Köse, yazdığı kitaplarda bu sorulara yanıt arıyor. Zonguldaklı bir maden işçisinin oğlu olan Köse, yakınlarından dinlediği ve bizzat tanık olduğu olaylar içinden toplumun kara tarihine ışık yakıyor. “Babamın her gün helalleşerek madene gitmesi, annemin dualarla babamı uğurlaması. Amcamdan, dayımdan, akrabalarımdan, komşularımdan dinlediğim maden kazaları (herkes madenciydi Zonguldak’ta) bende derin izler bırakmıştı” diye anlatıyor, onu kitaplarını yazmaya iten nedeni. Köse, şimdiye dek konuya dair üç kitap yazdı. İlk kitabı 1867’de Dilaver Paşa Nizamnamesi ile çıkarılan mükellefiyeti ele aldığı “Mükellefiyet.” İlk kitabın devamı niteliğindeki ikinci eseri 1940’ta Milli Koruma Kanunu kapsamında ikinci kez çıkarılan mükellefiyeti anlattığı “Göldağı.” Üçlemenin son kitabı ise 1991’deki “büyük madenci yürüyüşü”nü konu edinen “Büyük Yürüyüş.”
Metin Köse babadan oğula geçen madenciliği üç romanda da aynı isimli kahramanla anlatıyor. O kahramanın adı Ahmet. Ahmet, Mükellefiyet’te baba, Göl Dağı’nda oğul, Büyük Yürüyüş’te torun. Köse, eserlerinde madenciliğin nesilden nesle aktarıldığını ama acı ve gözyaşının hiç dinmediğini gösteriyor. Hani “Kaderinde var” diyorlar ya, biraz da öyle. Ancak yaşananları büsbütün kadere bağlamak şimdiye dek olanları göz ardı etmek olur. Tam da bu noktada mükellefiyet uygulamasının sorgulanması farz oluyor. Çünkü Köse’nin, dizinin ilk kitabı “Mükellefiyet”te yazdıkları yaşanmışlıkların dışavurumu.
Mükellef ilan oldu
Osmanlı’da ekonomik sıkıntılar başlayınca, 1848’den beri Galatalı İngiliz bankerlerin Sırbistan, Dalmaçya ve Karadağ’dan getirdiği taş ustası işçilerle gerçekleştirilen kömür üretimi ve İngiltere’den ithal edilen kömür, ihtiyacı karşılamadığı için 24 Nisan 1867’de Dilaver Paşa tarafından “Ereğli Kömür Maden-ü Hümayunu” adıyla bir nizamname yayınlandı. 100 maddelik nizamname Ereğli Sancağı’nın Bartın, Eskipazar, Akçaşehir ve Karasu, Safranbolu, Perşembe, Ulus, Amasra, Gökçebey, Ereğli, Horcanaz, Yenice, Devrek, Karabük ve Eflani gibi 14 kazasını kapsıyordu. Mükellefiyet yasası 13-50 yaş arasındaki erkeklerin sağlam olanlarının ocakta kazmacı, küfeci ve direkçi olarak çalışmasını zorunlu kılıyordu.
Madende çalışacakları ise muhtar belirleyecekti. İlk kez madende çalışacak olan köylüler tedirgindi. Çünkü atalarından bu yana tarlada, harmanda, bostanda hayvanlarıyla iç içe yaşamışlardı. Bu bilinmezlik içinde aralarında babasıyla birlikte 13 yaşındaki Ahmet’in de olduğu köylüler bir gün “tek sıra oldular ve yeniden sayım yapıldı. Elli beş kişiydiler. Muhtar öncülüğünde yolculuk başladı. Hava kararmadan Kozlu’ya varmak istiyorlardı. Çoğu köylerinden ilk kez ayrılan bu insanlar; sırtlarında yorgan ellerinde kumanya torbasıyla yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi ürkektiler. Yükleri taşıyan on katır da madende çalışacaktı. O gün uzaydan fotoğraflanabilseydi; insanlık bugün dağların arasından yılankavi bir şekilde denize akan on üç ile elli yaşları arasındaki kuşkulu ve tedirgin insanları görecekti.”
Oğlu Önder Yemelek 2010 yılındaki Karadon grizu faciasında ölen Zonguldak’ın Çomaklar köyünden Ethem Çavuş, mükellefiyete nasıl gittiğini şöyle anlatıyor: “Sene 1887! Ben on üç yaşındayım, köye biri gelmiş, meğerse kellefiyet memuruymuş, biz nerden bilelim! Hem bilsek ne olacak sanki! Muhtar, ‘Hadi bi güreşin bakalım’ dedi. Hüsmen’nen güreştik. Ben yendim. O memur, beni yanına çağırdı ‘Aferin!’ dedi! Ben seviniyom tabi! Bi hediye falan verecek sanıyom! ‘Yaz bunu muhtar! Bu, otuz kara okka çeker’ dedi! İlk defa bir Şubat’ta gittim ocağa! Dondurucu soğukta.”
“Her kim ki çalışamaz duruma gele…”
İnsanlar baba-oğul indirildikleri maden ocaklarında büyük çileler çektiler. Köle gibi çalıştırıldılar. Ayaklarına giyecek çarıkları olmadığından yalın ayak hem de. Hastalandılar, sıtmaya tutuldular, yıkanacak yerleri olmadığı için bitlendiler. Ayaklarına kazma geldi, ayak parmakları koptu. Çürüğe ayırılıp “Her kim ki çalışamaz duruma gele, eşeğine bindirilip köyüne gönderile” diye yazan nizamnamenin 30. maddesinde yer aldığı gibi köyüne gönderildi. Çalışamayacak durumdayken bile ocaktaki doktor tarafından işinin başına gönderildiler. Ölümler öylesine artmıştı ki köye cenaze göndermek bir rutin halini almıştı. Madende çalışan çocuklar daha orada öğreniyorlardı babalarının öldüğünü.
Ölüm madenlerinden kaçanlar ise kırbaçlanıyordu. Bir gün iki kardeş madenden kaçmaya teşebbüs ettiği için çavuş tarafından kırbaçlandıktan sonra sıra o kardeşlerin kaçtığını engelleyemediği için Şakir’e gelmişti. Koğuş sorumlusu Şakir, oğlu Ahmet’in gözü önünde kırbaçlanacaktı. Bu durum öldürücü koşullar içinde çalışan insanları o duruma getirmişti ki “kaçmasalardı bu zulüm yaşanmayacaktı” diyorlardı artık. Köse, insanların yaşadıkları bu içsel kargaşayı, Balzac’ın “Ağır beden işçiliği, düşüncenin yaratıcı etkisini yok eder” sözünü hatırlatarak, “korkak insan türü yaratma” projesine bağlıyor. Şöyle diyor: “Sürekli söyleneni yapan insanlardan herhangi biri ‘Şöyle yapsak olmaz mı?’ dediğinde ona ‘Başımıza iş açma!’ diye tepki gösteriyorlardı. Her yere tek sıra halinde gidiyorlardı. Ocağa giderken, ocaktan gelirken, direk taşırken, lamba alırken, harmana giderken, harmandan gelirken hep tek sıraydılar.”
Ölüm üstüne ölüm yaşandı
Maden ocaklarında insanların kalacak yerleri yoktu. Bu sorunu işçiler kendi imkânlarıyla çözmeye çalışıyorlardı. Topladıkları çalı çırpılarla yaptıkları derme çatma yerlerde sabahlıyorlardı. Bazı işçiler ise bir höyüğün altını oyup onun içinde uyuyorlardı. Kimi zaman o höyükler çöküyor, işçiler toprak altında kalıyordu. “Bir gece bu höyüklerden biri çöktü. 16 işçi toprak altında kaldı. Bunlardan 13’ünü kurtardık. Öteki üç delikanlıyı kurtarmak mümkün olmadı. Ben ocaklardaki ilk ölümü yerin altında değil, yerin üstünde gördüm. Yanarım hâlâ o sırım gibi delikanlılara!” diyor Ethem Çavuş.
Madenlerde çocuklar da ölüyordu. Yıllar önce terk edilmiş olan bir ocağı su basıyor, bunun farkında olunamaması büyük facialara neden oluyordu, tıpkı Ermenek’teki gibi. Kaçabilen işçiler kurtuluyor, kaçamayanların ise cenazeleri çıkıyordu ocaktan. Aramaların sonucunda bulunamayan çocukların cansız bedenlerine ulaşılıyordu. Bir keresinde de küfeci bir çocuğun cansız bedeni çıkarılmıştı.
Resmen yürürlüğe girmeyen Dilaver Paşa Nizamnamesi ile ilan edilen ilk mükellefiyet 21 yıl süreyle fiilen uygulandı. Buna rağmen pek çok insan öldü. Anneler çocuklarını, eşlerini yitirmenin tarifsiz kaderini yaşadılar. Aynı travmaları bu kez ikinci mükellefiyette yaşayacaklardı madenci aileleri.
İkinci mükellefiyet
İkinci Dünya Savaşı döneminde 1940’ta Milli Koruma Kanunu kapsamında çıkarılan ikinci mükellefiyet “insanlık dışı uygulamalarıyla bir silindir gibi ezip geçmişti insanları.” İlkine göre daha geniş kapsamlı olan iş mükellefiyeti 27 Şubat 1940 ile 1 Eylül 1947 arası maden bölgesi Zonguldak’ın yanı sıra Soma ve Tavşanlı Linyit işletmelerinde uygulandı. 60 bin kişiye madenlerde çalışma yükümlülüğü getiren mükellefiyet yasası insanların iradeleri dışında maden ocaklarında çalıştırılmalarını zorunlu hâle getirmişti.
İlk mükellefiyette olduğu gibi yine olumsuz çalışma şartlarında çalışılıyor, insanların yeme-içme, barınma ihtiyaçları karşılanmıyordu. Çok düşük ücrete çalıştırılan işçiler hastalıklarla, kazalarla uğraşmak zorunda kalmışlardı. “Göl Dağı” kitabında o dönemi anlatan Metin Köse, taşkömürünün önemi nedeniyle, devletin Zonguldak’taki üretimi artırmak için çok sert davrandığını, sağlığı çalışmaya elverişsiz olanlara bile çürük raporu verilmediğini söylüyor. Bunun için Zonguldak’ta avukat, doktor ve polisten oluşan çürük raporu mafyaları ortaya çıkmış.
Devlet jandarma demekti
Maden işçileriyle jandarma sürekli yüz yüzeydi. Köse, “Madenciler için devlet, jandarma demekti. Mükellefiyet süresince jandarma kovaladı, işçi kaçtı. Bu iş için Devrek’te 8. Tümen kurulmuştu” diyor. Jandarma, firar eden işçileri yakalıyordu. Yakalayamadığı zaman ise işçilerin yakınları hapis ediliyordu. Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Makal ise konuya şu sözlerle dikkat çekiyor: “Dönemi yaşayan insanlarla konuşanlar, mükellefiyet uygulamasına ilişkin anıların belleklere, zihinlere silinmez biçimde kazındığını görürler. Bu kazınmada, mükellefiyet uygulamasının kendisi yanında, işyerlerinden firar eden işçilerin yakınlarına yapılan muameleler belirleyici rol oynadı. Bu muameleler, mükellefiyetten firar edenlerin eşlerinin ya da çocuklarının karakollara alınarak, ancak firarinin teslim olmasından sonra salıverilmesine, hatta ırza tecavüze kadar uzanıyor.”
Devletin çıkardığı yasa sonucu kömür üretimi artmıştı ama telafisi mümkün olmayan sorunlar da çıkmıştı ortaya. Zorunlu çalışma sonucu maden ocaklarında en az 700 işçi ölmüştü. İşçilerin sorunlarının çözümü noktasında devlet sendikal örgütlenmeye izin vermiyordu. Tek parti döneminin ilkel uygulamalarından biri olan ikinci mükellefiyet, bir muhalefet partisi olmadığı ve basın sansür edildiği için kamuoyunda da tartışılamıyordu. İşçi sorunları görmezden geliniyor, sorunları dile getiren yayın organları ise sansür ediliyordu. Köse, 1947’de Kozlu’da 49 madencinin ölümüne neden olan grizu patlamasıyla ilgili, Ereğli Kömür İşletmeleri yönetimini eleştiren yazısından dolayı tarihçi Cemal Kutay hakkında açılan davada, Kutay’ın 3 ay hapis ve iki bin lira para cezasına çarptırıldığını ifade ediyor. Günümüze kadar ulaşan mükellefiyet için ise şöyle diyor: “Bugün Soma’da ve Zonguldak’ta yaşananlar ‘Gönüllü Mükellefiyet’tir. Bir zamanlar zorla madenlere sokulan bu insanlar şimdi yaşam şartlarının zorluğu ve işsizlik yüzünden ocaklara girmektedirler. Sonuçta 1867’de başlayan Mükellefiyet de halen sürmektedir.” (SE/YY)