Erzurum Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi.
Yazar Hüseyin Köse’nin yeni kitabı Şovenist İnşa geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları Schola Dizisi kapsamında yayınlandı.
Medya Gösterisinin Ahlaki Kapsama Alanı Üzerine Eleştirel Metinler altbaşlığıyla çıkan kitap medya gösterisi üzerinden şekillendirilen genel bir yaşama etiğini sorguluyor. Sadece sorgulamakla da kalmıyor, üstelik kimi önemli çıkış yolları da tarif etmeye çalışıyor.
Kitap kapsamında yazar Hüseyin Köse ile hacker kültürü, ‘haklama'nın etiği, medya ve hız arasında ki ilişkiyi, görünür olma kaygısını ve genel olarak Şovenist İnşa’yı konuştuk.
Medya ve hız arasındaki ilişki nedir? Hayatımızı nasıl etkiler?
Her sağlam, ilkesel ve tutarlı tavrı anında uçucu ve ağırlıksız hale getiren, tutarsızlığı yegâne muteber değer ölçütü olarak kutsayan medya gösterisi koşullarında her kimlik bir yanılsama; her düş, gecesi kayıp bir karartma...
Meseleyi böyle iç karartıcı açıdan düşününce, hemen Virilio, Toffler, Baudrillard, Bauman gibi düşünürler geliyor akla ister istemez. Bu zaviyelerden bakalım o halde. Peki ne görüyoruz buradan bakınca?
Olaylar hızlandıkça takip etmekte daha çok zorlanıyor, gitgide daha çok yorgun düşen bir hafızaya sahip oluyoruz. Ve üstelik her zaman daha fazla enformasyon demek, daha güçlü bir hafıza demek değil. Tıpkı daha fazla iletişimin her zaman daha iyi iletişim demek olmadığı gibi... Yaşam öyküleri gözlerimizin önünde film şeridi gibi hızlı bir biçimde aktıkça daha az anlıyor ve daha az anladığımız için de daha az tepki veriyoruz.
Ayrıca daha fazla anlamanın yolu, her koşulda kesinlikle daha fazla televizyon seyretmek de değil. Hızlı ve derinliksiz enformasyon örgütlenmesinin hemen her zaman algısal nitelikli etkiler ürettiği biliniyor. Kitapta, özelde Virilio'nun düşünceleri ekseninde okumaya ve dilimin döndüğünce açıklamaya çalıştım bu durumu, kimi bakış bulanıklıklarına ilişkin paralaks hallerini. Her bakımdan bir "anında gör", "anında duy", "anında düşün ve geç" döneminde yaşıyoruz, orası kesin. Hal böyle olunca, gerçeklik de, kendine referansla anlam kazanan tanımlayıcı bir temsile dönüşüyor medyada ister istemez.
Oysa temsil, gerçekliğin şiddetini hiçbir biçimde doğru ölçemez. Virilio'nun ifade ettiği biçimiyle, temelde "hakikatin hızlanması" durumudur bu; dolayısıyla var olan her şeyin zaman ve mekânına kazınmış bir tür "yok oluş estetiği"... Günümüz biyo-estetik uzmanlarının hararetle önerdikleri gibi, bedensel organizmayı en saçma noktaya, metabolizmanın en zayıf düştüğü uç noktaya kadar "hızlandırma" çılgınlığı da beden içinde gerçekleşen benzeri bir yok oluş yorumsaması.
Duyguları hızlandırdığımızda nasıl ki bir süre sonra hissiyat azalması ya da yoksunluğu yaşıyorsak, okumayı (hızlı okuma), düşünmeyi (hızlı karar verme), anımsamayı ya da unutmayı hızlandırdığımızda da yine aynı şey oluyor: Genel bir varoluş azalması...
Her açıdan gereksindiğimiz şey, bir yavaşlık. Kundera, bir romanında, bir şeyi anımsarken hareketlerimizin yavaşladığını, unutmak istediğimizde ise hızlandığımızı söyler. Bu benzetmeden hareketle söylersek, anımsamak olumlu ve anlamlı bir yaşantının biricik koşuluyken, unutmak her bakımdan insani gerçeklikten bir kopuş, bir tür kayıtsızlık durumu ve olumsuzluktur.
Genelleştirilmiş (küresel) interaktivite ciddi bir kaza riskidir der Virilio. Yani niceliksel olarak daha fazla iletişim, anla/ş/mada daha fazla sapma yaratır demek ister. Daha fazla hız da her zaman daha fazla kaza riski değil midir? Bunun aksini kim iddia edebilir?.. Virilio'nun uyarısının daha da vahamet arz eden yönü, "hiçbir şeyin gerçekleşmemesi, daha ziyade geçip gitmekte oluşu"dur ki, bu saptamaya göre, aslında hepimiz hayatın bastırılmış acılarıyız...
Postmodern medya kültürü bağlamında zeminsiz bir etikten ya da bir zeminsizlik etiğinden söz ediyorsunuz. Bir tür varoluşsal panik mi sözünü ettiğiniz? Bu çağın bireyinin kendini kurabilme olanakları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şayet bir önceki soruyla bağlantılı olarak düşünürsek, anlamsal bir çerçeve oluşturmayacak ölçüde şişkin bir algı birikmesi var her yerde. Birey de bir yanılsama, algıda bir birikme sadece, bu tanımlamaya göre.
Arkadaşlarımızın kabarık sayısından fikirlerimizin müphemliğine, olaylara bakışımızın parçalılığından ön kabullerimizin keskinliğine varana kadar hayatımızı kuşatan tüm olgular acaba ne söylüyor bize kendi hayatımız hakkında? Televizyon izleyerek hayatta kalma becerisi edinmeye çalışıyoruz sözgelimi, sosyal medya mecralarında çok yönlü dérivé'ler (gezintiler) gerçekleştirmek suretiyle kurgusunu bizatihi kendi ellerimizle yaptığımız labirentimsi dehlizlerde öznesi kayıp bir yüklem gibi amaçsızca sağa sola seğirtip duruyoruz.
Güncelleştirme ya da "update" dedikleri şey de, bir tür adı konmamış hafıza silme biçimi aslında. Profil bilgilerinizi "update" edince yeni bir insan oluveriyorsunuz sanki hemen.
Her dem "yeni bir başlangıç" yapmak için davet edildiğiniz oylama etkinlikleri (bir fikre, bir nesneye, bir programa, görüşe veya tarza, v.s.) bu epidemik gösterinin en harcıâlem uygulamalarından sayılmakta. "Bu sizin tarzınız" kısaca; ütülenmeye, kışkışlanmaya, sıkışınca işi dalkavukluğa vurup yaltaklanmaya, yeri geldiğinde pohpohlanarak "yıldızlanmaya" ve hemen her zaman da "programın formatı gereği" elde kalan son "kişilik" kırıntılarınız da kulak memesi kıvamına getirilene kadar hayasızca yontulmaya zinhar ses çıkarmayacaksınız. "O ses sizsiniz" zira sevgili Türkiye! Ne numaralarınız varsa dökünüp saçılmaya, yaşlı-kadın-çocuk demeden kıymetiharbiyesi kendinden menkul jüriler önünde imtihan edilmeye, kedi-köpek-tavşan demeden tüm mahlûkatın yeteneklerini sömürmeye ve dahi evcilleştirilmeye hoşgeldiniz!
Yetenek altyapımızın yegane zemini esneklik ve pragmatizm olunca, "üç evetle uğurlanmak" gibisi yok gerçekten de! Çünkü genelde, ne de olsa, elimizi attığımız her maharetli ve zahmet gerektiren işten, giriştiğimiz her kerametli "başarı" öyküsünden, girdiğimiz ama bir türlü yüzümüzün akıyla çıkamadığımız her ciddi ortam ya da mahfilden bol "hayır"lı cümlelerle kovulmuş olmanın iyileştirilmez yarası var tenimizde ve dahi ruhlarımızda kanayan acıklı bir hatırası...
Ne var ki, şovun her koşulda sürmesi gerekiyor. Belleksiz topluma giden yoldaki yük boşaltma istasyonlarından birisi bu da... Düşüncede, anlamada, davranışta süreklilik ve kalıcı olma eğilimlerinin her dem altı oyularak boşa çıkarılmalı ki, aptallaştıran ve çocuklaştıran yeni sohbetlere, yerleşik ve kolay ezber edilecek kanılara, uğursuz doksalara yer açılabilsin hayatımızda rahatlıkla.
Tıpkı aşırı süratin maddeyi hacimsiz bırakması, ışığa dönüştürmesi gibi, aşırı bilgi ve görüntü yüklü iletiler de etkili toplumsal örgütlülüğü ve bireysel muhakemeyi muhayyel bir sezgiye dönüştürerek güçsüz bırakıyor her geçen gün.
Günümüz bireyi de kendi 'kimliğini' bu görüntü yığınının tam ortasında kuruyor. Kitapta yer alan yazı, var oluş imkânlarının "ekrana çıkınca" nasıl da fütursuzca ve bol keseden harcanışına odaklanıyor geçmişteki birkaç acıklı örnek olay üzerinden.
Tanınmış simaların ölümüyle yaşam bulmaya çalışan edep dışı fırsatçılıkların, ana akım medyada varlık zeminini kaybedince mecburi muhalifliğe terfi eden gazetecilerin, samimiyet eksikliğinin yol açtığı hadsiz hukuksuz davranışların, sunucuları pek tanıdık olmayan konuklarıyla zoraki bir "senli benlilik" ilişkisi arayışına ittiği televizyon programlarının, vb. konuların izini sürüyor.
Şovenist İnşa’nın altbaşlığı "Medya Gösterisinin Ahlaki Kapsama Alanı Üzerine Eleştirel Metinler" şeklinde. Gösterinin şiddeti nerede başlayıp sonlanıyor? "Göstermeden" de filmi çekilebilir mi hayatın?
Sahnelemeden de filmi çekilebilir hayatın kuşkusuz, çekenler var, hep oldu, hem geçmişte hem de bugün. Nihayetinde sahneleme başka, gösterme başka şey. Aradaki farkı iyi koymak gerek. Buradaki sorun, gösterinin, daha ziyade duyarlığı, tepkisel ve eleştirel tavır ve davranışları ve dahası, vicdan tembelliğini kışkırtması asıl.
Vicdanların ve zihinlerin "seyirlik cümbüşler"e odaklı konumlanışının, yaşanan kimi haksızlık, yanlılık ve yanlışlıklara karşı ölümcül bir kayıtsızlığı getirmesi beraberinde.
Peki ama bu sıkça sözünü edip durduğumuz "gösteri" ne? Ona bakalım şimdi... Gösteri, bütün bir yaşamın görüntüsel örgütlenişi. Hayatın, kişinin arzuları ve yaratıcı yeteneğinin onayı haline gelişi, Debord'un deyişiyle.
Bir başka açıdan da, metalaşmış hayatın hazırcı dünyası demek; kendi hakikatine yabancılaşmış toplumun tarihsel anına tanıklık eden tüm yapıp etme biçimleri...
Peki gösterinin şiddetinden gerçekte neyi anlamalı? Görüngüye değilse de, görüntüye dayalı bir şiddeti, her şeyden önce; eline çabuk düşüncenin şiddetidir bu; yüzeyselliklerin, dar kafalıca tarafgirliğin, kayıtsızlıkların, iradenin en vasat argümanlara doğru çözülerek paçozlaşmasının, diğerlerini anlayabilme ve onlarla dayanışma yoksunluğunun, gereği gibi sevmeyi ve anlaşmayı başaramayınca türlü çeşitli şehvet numaralarıyla vicdani rahatlama biçimlerinin yol açtığı bir şiddet...
Gösterinin şiddeti, Kundera'nın deyimiyle, ideolojisi "içimizdeki çocuğa tapınç" olan çocukkrasi hastalığıdır aynı zamanda. Sevme yeteneksizliğinden mustarip kimseler olarak hepimizin suçlu olduğunu söylüyordu Kafka; işte böylesi bir ontolojik suçluluğun şiddeti gösteri.
Özellikle bu zaviyeden bakınca daha da kararıyor tablo. Herkesin kendi ücretsiz gösterisinin çok başlı kahramanı olduğu bir hayatta, geriye akıl kârı hiçbir şey kalmıyor savunulacak, tıpkı hiçbir azılı kârda yeterince akıl olmadığı gibi...
Kitapta yer alan metinler toplamı, medya gösterisi üzerinden şekillendirilen genel bir yaşama etiğini sorguluyor. Sadece sorgulamakla da kalmıyor, üstelik kimi önemli çıkış yolları da tarif etmeye çalışıyor: Hacker etiği, tüketim karşıtı bilincin güçlendirilmesi, Bourdieu'cü kültürel fast-food kavramı açısından medya kültürünün yeniden düşünülmesi, uluslararası sinema alanında entelektüel kimliğe yönelik tarihsel önyargılarla hesaplaşma, vs...
Görünür olma kaygısı, “look yapmak” ve son dönemde yaygın biçimde yaşanan "hayatı fotoğraflar üzerinden kurma" gereksinimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Arzu, yoğun bir kaygıya dönüşüyor burada; görünür olma arzusu, farkedilme korkusu ile iç içe; Staples, Bauman, Lyon ve Niedzviecki gibi düşünürlerin savladıkları gibi tıpkı.
Başka bir deyişle, ezeli bir insani arzuya ezeli bir insani korku eşlik ediyor. Dolayısıyla, ne kadar içe kapanmışsak, o oranda dışa karşı duyarlığımız ve tabii ilgimiz saplantılı bir biçimde artıyor.
Bir anlamda, paradoksal biçimde gözetlemeyi yaratan da mahremiyetin kendisi; çünkü kendi mahrem yaşamının sınırlarını korumaya çalıştıkça, dışarıyı gözetim altında tutma eğilimi de güçleniyor artarak, bir tedbir olarak.
Hayatı fotoğraflar üzerinden kurgulama yeni bir durum değil öte yandan, suretin kayıt altına alınması ve görüntünün hapsedilmesi, Sümerlilerle başlıyor, en eski pikrogram ve ideogramlarla.
Ama insan yüzü söz konusu olduğunda, hep bir mütereddit hal var. Auranın yitirilişi, ruhsal yaşamın da sonu oldu, demişti Benjamin. Bugün bu ezeli yargıdan zamane tekvin paralaksları imal ediliyor sadece ve belki de her zaman olduğu gibi, tüm hayatın anlamı sadece "ima" ediliyor, hepsi bu... Özel anların aleniyete açık biçimde arşivlenmesi, bürokrasinin evriminde, insani varoluşun kanıtlanmasına ilişkin yeni bir dosyalama biçimi...
Hacker kültürü ve etiğinden söz ederken, "haklama'nın etiği" ifadesini kullanıyorsunuz. Haklama sözcüğünü de çağrıştırdığı bir dizi olumsuz anlamdan dolayı şiddet içeren bir eylem gibi yorumlamak gerekirse, şiddetin ve dolayısıyla haklamanın bir etiği olabilir mi? Tam olarak nedir kastettiğiniz? Biraz açar mısınız bunu?
Haklamanın etiği, en basit tanımlamayla, hakkettiğini almanın etiğidir. Şiddete şiddetle karşılık vermenin yaralayıcı etiğinden farklıdır bu, çünkü haklılığa dayanır. Hayatın asli amacı haline getirilen çalışmayı değil, zorunluluktan doğma tüm çalışma biçimlerini dürtüler ve oyuncul hazlar lehine gözden düşürmeyi amaçlar.
Çalışmayı, hayatın merkezine alan tüm katı söylem biçimlerini hümanize eder. Özgürce ve yaratıcı oyalanmaları, her tür rasyonel zaman kullanımından üstün tutar. Araçsal aklın iflas ettiği yeri işaretler ayrıca.
Toplumsal mutluluğu paylaşımda ve dayanışma örgütlerinde görür; ağı değil, temas edebileceği topluluğu önemser. Özetle, haklamak, daha anlamlıdır sayıklamaktan ve haksızlığa uğrayıp sömürüldüğünü söylemekten... Wark, Himanen, Lafargue ve diğer mülksüz düşünürler eşliğinde, kısaca, hacker etiğinin bu tür özelliklerinden söz etmeye çalıştım kitapta.
Kitabınızın sonunda inziva üzerine bir bölüm var. Yeni iletişim teknolojileri üzerinden tanımlanmaya çalışılan yeni bir varoluş biçimi-yalnızlık ilişkisi daha ziyade. Yeni medya, görünürlük katsayısını gerçekten de bu denli arttırıyorsa, gözden "kaybolmak" mümkün mü?
Bireysel yalnızlığın artık büyük ölçüde imkânsızlığı üzerine bir sorgulama aslında sözünü ettiğiniz bölüm.
İlkin birkaç küçük felsefi saptama yapalım: Nasıl ki, mutsuz, karamsar ya da üzgün olmak, günümüz NLP gurularının kutsal addettiği ilkeler için ciddi tehdit sayılan şeylerdense, yalnızlık ve her tür tekillik halleri de, vasati moral duyarlıktan sapma açısına vurgu yapması bakımından o ölçüde virütik bir hastalık şeklinde görülmekte artık.
Her koşulda mutlu olma yükümlülüğü ve olumsuz duygulanımların bireysel vicdanı geliştirici etkisinin dışlanması, geleceğin Huxley'ci distopya taslağının tarihsel açıdan erken gerçekleştirilmiş bir provası gibi adeta...
Meselenin iletişimsel boyutu ise şu: İlişkisel bir derinlikten ziyade, bir tür hareketlilik performansı olan hipersosyalliğin ululanması. Başka bir deyişle, bir başınalığın, yenileyici ve yaratıcı süreçlerin, bir kıyıya çekilip kendin ve hayat üzerine düşünmenin sistemli biçimde esirgenişi söz konusu hepimizden. Eskiden, insanların sürekli göz önünde olmalarının değil de, aksine, gözden ve gözlemden uzak oluşları ölçüsünde özgün ve anlamlı birer varlık haline geldiklerini düşünürdüm. Yani, başkalarının meraklı dimağlarında ve hayatlarında yarattığınız boşluğun, arkanızda ve başkalarının doyumsuz bakışlarında bıraktığınız izlerden daha anlamlı olduğunu...
Oysa meseleye başka türlü bakıyorum şimdi; yeni medya, tüm çıplaklığıyla göz önünde olup biten şeylerin en gerçek dışı ve inanılmaz şeylerden bile daha gizemli ve merak uyandırıcı olduğu yeni bir algılama "karanlığı" yarattı sonunda, hepimize geçmiş olsun...
Her şey, tüm sıradanlığıyla gözümüzün önünde cereyan ediyor ve hiçbir öngörülemez niteliğe sahip olmadığı halde, bizler yine de meraklı gözlerle nutku tutulmuş kişiler olarak ağzımız açık seyrediyoruz her gece önümüze konulan temaşayı.
Sıradan olan tarifsiz büyülüyor, sıradışı olansa gözden düşmenin evrimini yaşıyor deyim yerindeyse. Oysa eskiden, çok değil, henüz birkaç on yıl öncesinde, göze görünmeyen, usa vurulamayan, dolayısıyla hakkında kolayca hüküm verilemeyen şeydi gizemli olan. Gözden ırak ama tahayyüle yakın olan büyülemiyor artık; yalnızlığın, özel yaşamında geri plana çekilme isteğinin pek de ilginç gelmemesinin nedeni bu.
Baudrillard soruyordu hani; "düş, gerçeğin yerini aldığında, gerçek dünya nereye gider" diye... Bu düşünceyi şu şekilde tercüme edebiliriz diye düşünüyorum duruma: Görüntü ve suretin her yerdeliği özneyi merkezsizleştirerek yeniden etti ve değersizleştirdi. O, artık varla yok arası bir yerde, her dem göz önünde ama derin düşüncede olmadığı kesin. Cep telefonu belli bir toprak parçasına bağlı yaşama düşüncesini yeniden tartışmaya açarken, sosyal medyada "yer"li "yer"siz her fırsatta kullanılan yer imleri, sitüasyonistlerin ünlü deyişiyle söylesek, sonunda "psikocoğrafik" bir daralma ve kabus yarattı.
Ünlü mimar Corbusier'nin deyişiyle, "ışıktan bir duvar" inşa etti etrafımıza. Hepimiz bir anlamda Zamyatin'in We romanındaki gibi camdan duvarlar arasında yaşıyoruz ve üstelik bunu kendimiz istedik. Olup biten şey kısaca bu: Gözetimin her yerdeliği, sonunda "görünür bir insanlık" yarattı ve görünürlük, Foucault'nun dediği gibi, varlık için bir tuzağa dönüştü...
Gözetlemenin özellikle dijital medyada inzivanın imkânsızlığı dışında, nasıl bir forma dönüştüğünü düşünüyorsunuz? Özellikle meseleyi Türkiye koşullarında düşünürsek, Orwell'cı ya da Huxley'ci öngörü gerçekleşti mi sizce? Muhtemel distopyalar dünyasının neresindeyiz?
Kısmen ya da teorik olarak zaten içinde yaşıyoruz bu distopyanın bana sorarsanız. Ama fiiliyatta, bereket versin ki hala az gelişmişliğin sunduğu kimi nimetler bakımından koruyucu zırhlara sahibiz.
Şunu demek istiyorum aslında: Büyük Ağabey'lere ihtiyacımız yok, çünkü zaten psikiyatristlerin perküsyon manisi dedikleri şeye fena halde yatkın bir genetik kimliğimiz var.
İkinci olarak, evli-barklı mazbut insanlar toplumundan, zorlasanız da "yivli barkodlu" kimseler çıkmaz asla. Bir toplum, her ne kadar metafiziğini "patafiziğine" kurban etmiş olsa da, her ne kadar ahlaksal belirleyicileri konusunda tam bir uzlaşıya varamamış gibi dursa da, henüz insan cesetlerinden zengin fosfor kaynakları olarak yararlanmaya hazır değilse, hiç kuşkusuz -en azından Huxley'cil öngörü anlamda- korkutucu bir manzaraya da sahip değildir.
Toplum olarak yeni iletişim teknolojisinin neresindeyiz diye sorarsanız, tam göbeğindeyiz diyeceğim. Peki ama ya sunduğu olanaklar ve kattığı beceriler açısından? Teknik-bilimsel yaratıcılık bakımından? Bu konulardaki görüşler türlü ve muhtelif. Toplumun geneli açısından, şayet dijital medyadan kasıt sosyal medyayı kullanma biçimleriyse, denebilir ki, bir kısım “netperestler” zaten uzunca bir süredir facebook-twitter-youtube sathında yaşamaktalar.
Hatta daha şimdiden bu namütenahi düzlüklerde o kadar engin bir özdeşlik ve ortak-yaşarlık biçimleri geliştirmiş durumdalar ki, geliştirdikleri omnipetant kişilik yapısı anlamında, toplumsal ve kültürel evrimlerinin çok ileri bir safhasında bulundukları bile söylenebilir.
Gözetliyor ve gözetlenmekten hoşlanıyorlar. Dev bir simüasyon ağı içinde yaşıyorlar ve simüle ettiklerini deneyimsel olarak toplumsal hareketler esnasında sınamak gibi bir becerileri var. Düşüncelerinin siber alemin engin boşluklarında kaybolup gitmesinden müthiş keyif alıyorlar, ancak yine de "var"lar. Dijital oyunlarla sanal direnişçi ritüelleri, zaman ve mekan dışı laflama etkinlikleriyle fiziki ve örgütlü sosyalliği zorlayan deneyimleri, anlık tepkisel kıpırdanışları spontane eleştirelliğin şahikası sayan pusuya yatmış hazırcevaplılıklarıyla yeni bir yaşam, direniş ve sosyallik anlayışları var.
Aşırı yoğun yaşıyorlar ama bir de kendilerini yaşadıklarına inandırmaları gerekiyor şair Turgut Uyar'ın deyişiyle... Ya da bazılarının dediği gibi, aramızda "şimdisine nostalji duyan" fikren kayıp bir nesil yetişmekte! Vasati görünürlük cennetinin ulu irtifalarından bir türlü aşağıları göremeyen benmerkezci tavrı ve kendi görüntüsüne tutsaklığıyla da varoluşuna yabancı bir kuşak bu.
Onun durumunu nasıl anlatmalı? Andersen'in pek ünlü bir masalı vardır: Bir delikanlı bir gece odasının penceresinden dışarıya bakarken, karşı tepedeki hayli uzak bir evin balkonunda gördüğü bir güzele âşık olur. O kadar arzular ki onu, aradaki aşılmaz mesafeler ve engellerin altedilebilmesi için, sonunda gölgesinin bedeninden ayrılması gerekir. Gölgesi bedenini terk ederek, kızı ziyaret etmek için karşı tepedeki eve doğru yola koyulur.
Aradan yıllar geçer. Delikanlı yaşlanmıştır, bir gün gölgesi ona geri döner. Yaşlı adam fena halde merak içindedir, sabırsızlıkla olup biteni öğrenmek ister. Ancak ışık, gölgeyi adım adım takip etmiştir hep ve adamın gölgesi mum ışığındaki kıza asla yeterince yaklaşamamıştır... Işığın olduğu yerde gölge de yok olup gider çünkü daima. Ne anlamlı bir hikayedir gerçekten; hayatı bir gölge olarak yaşamamak için, az da olsa ışık gerek, bilmem anlatabildim mi? (UŞ/HK/YY)