Hindistan ve Türkiye'de kadınların tecavüz ve cinayet vakalarına verilen tepkilerdeki çarpıcı benzerlikler, şiddetin temel sebeplerine değinmeden cezalandırıcı önlemler alınmasında kendini gösteriyor.
2015 yılının Şubat ayında Özgecan Aslan'a yapılan tecavüz girişimi ve cinayet Türkiye çapında öfkeye sebep oldu. Bir otobüs yolculuğu sırasında gerçekleşen tecavüz girişimine karşı koymaya çalışması sonucunda, 20 yaşındaki Özgecan Aslan otobüs şoförü ve şoförün olay yerine sonradan çağırdığı arkadaşı ve babası tarafından öldürüldü. Olay sonrası ülke çapında gerçekleşen protesto gösterilerinde insanlar sokaklara çıkarak tepkilerini dile getirdi. Sosyal medyada başlatılan bir kampanyayla, kadınlar taciz hikayelerini #sendeanlat ve #OzgecanAslan hashtagleri ile yayınladı. Twitter üzerinden yürütülen kampanyanın hızla yayılmasıyla birkaç gün içinde 3 milyona yakın tweet atıldı. Taksim Meydanı’nda yapılan bir eylemde ise erkekler mini etek giyen kadınların tecavüzü tahrik ettiği anlayışını mini etek giyerek protesto ettiler.
Özgecan Aslan vakası, Delhi'de 16 Aralık 2012'de gerçekleşen ve 23 yaşındaki paramedik Jyoti Singh'in bir otobüste şoför ve beş kişi tarafından tecavüz edilip, öldürüldüğü toplu tecavüz vakası ile kayda değer benzerlikler gösteriyor. Olay üzerine Hindistan'da da onlarca kişi protesto yürüyüşleriyle sokakları doldurdu. Aylarca devam eden protestolar sonucu Adalet Verma Komitesi tarafından 2013’te oluşturulan etkileyici rapor, Ceza Hukuku Değişikliğine sebep oldu. Ayrıca, yakın zamanda yapılan Şubat 2015 Delhi seçimlerinde, kadınların güvenliği bütün siyasi partilerin gündemleri arasında yer aldı.
Her iki vaka da türlerinin ilk örneği değildi. Her iki ülkede de kadına karşı şiddet, sözlü tacizden tecavüze ve töre cinayetlerine kadar değişkenlik gösteriyor. Birçok durumda kurbanlar, gece geç saatlerde dışarıda dolaşmak ve uygunsuz kıyafetler giyinmek gibi “ahlaksız” davranışlarla provokasyona sebebiyet vermekle ve şiddete davetiye çıkarmakla suçlanıyor. Asıl soru, Hindistan ve Türkiye’de bu kadar benzer olay arasında neden özellikle Özgecan Aslan ve Delhi toplu tecavüz vakasının bu denli kitlesel tepkilere sebep olduğudur.
Bazı analistler bu vakaların bardağı taşıran son damla olduğunu iddia ederken diğerleri suçu her zaman kadına atan ataerkil zihniyetin bu sefer cinayetleri meşrulaştırabilecek tatmin edici mazeretler bulamadığını iddia ediyor. Örneğin, eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin Özgecan Aslan’ı "masum yüzlü" olarak tanımlarken, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise "tertemiz bir genç" olarak betimledi. Cüppeli Ahmet Efendi olarak da tanınan İmam Ahmet Mahmut Ünlü ise Aslan'ın "iffetini korumaya" çalışırken öldüğü için şehitlik mertebesine ulaştığını ileri sürdü. Benzer şekilde, Hindistan'da da Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj, Jyoti Sing hastanede yaşam mücadelesi verirken, tecavüz kurbanı olduğu için onu "zinda laash" yani “yaşayan ölü” olarak tanımladı.
Bir diğer tartışma da sınıf boyutu üzerinden yürüdü. Her iki olayda da, kurbanlar genç, bağımsız, modern ve alışveriş merkezlerinden evlerine dönmekte olan orta sınıf kadınlardı. Bir nevi, neo-liberal sistemdeki genç ve amaç sahibi kadınları temsil ediyorlardı. Birçok kentli kadının bu tür olayların rahatlıkla kendi başlarına da gelebileceğini düşünmeleri çok sayıda insanın protestolara katılmasına yol açtı. Bu durum, Hindistan'da "India's Daughter" (Hindistan'ın Kızı) belgeselinin yayınlanmasının ardından gelen tepkilerde de kendini gösterdi.
Hindistan'daki protestolar sırasında birçok organizasyon ve grup öne çıkarak korkunç saldırıları protesto etti ve suçluların idam veya hadım gibi cezalara çarptırılmasını talep etti. Kadın örgütleri kadınların toplumsal alanda cinsel özerkliklerinin önemine vurgu yaparken, radikal gruplar kadınların bu tarz alanlardan güvenlikleri için uzak tutulmalarını önerisinde bulundu. Sivil toplum örgütleri, devletten toplumsal alanların kadınlar için daha güvenli hale getirilmesi için daha çok hesap verebilirlik talep etti. Daha güvenli yollar, sokak lambaları, CCTV kameralar gibi daha fazla altyapı ve daha iyi yasal düzenlemeler talep ettiler. Ancak bu önlemler kadınların "gözetilmesi" ve "korunması" gereken çaresiz kurbanlar olduğu görüşünü yeniden üretmek ve pekiştirmekten öteye geçemiyor. Bu tarz yaklaşımlar ataerkilliğin kadına karşı sürdürdüğü korumacı tutumuna dayanarak kadının zayıf ve pasif olduğu anlayışını güçlendiriyor.
Türkiye'deki olaydan sonra da benzer taleplerle karşılaşıldı. Şehir Üniversitesi Profesörü Nurullah Ardıç kadınlar için "pembe otobüs" önerirken, eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin faillerin "hadım” edilmeleri, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi ise "idam” edilmeleri önerisinde bulundu.
Türkiye'de idam cezası 2004'te, Avrupa Birliği üyelik süreci doğrultusunda imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla kaldırıldı. Öncesinde, idam cezası sadece siyasi suçlar için kullanılıyordu. Aslında, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde idam cezasıyla sonuçlanan herhangi bir tecavüz davası gerçekleşmedi. Bu tarihsel sicil göz önünde bulundurulduğunda, idam cezasının geri getirilmesi kadına değil, sadece Türkiye'de büyüyen otoriter anlayışa hizmet edecektir.
İlginç bir şekilde, Hindistan'da yakın zamanda idam cezasıyla sonuçlanan bir dava 2004 yılında gerçekleşen bir tecavüz vakasıydı. 2012’deki Delhi davasında da idam cezası uygulanmasına rağmen tecavüz ülkenin kanayan yarası olmaya devam ediyor. İdam cezasının caydırıcılığına dair herhangi bir araştırma ya da kanıta dayalı çalışma halihazırda yoktur. Aslında benzer cezalar, suçluları olay sonrası kanıtların yok edilmesi konusunda daha dikkatli davranmaya teşvik bile edebilir. Dahası, bu tür cezalar suçun odak noktasını toplumsal bağlamdan çıkarıp faillerin üzerine çekerek ve sürdürülebilir çözümler üretmeyi zorlaştırıyor.
Olayın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen bu yaklaşım, kadın hakları ve toplumsal cinsiyet hassasiyeti gibi konuların medyada daha çok gündeme gelmesi gibi birkaç pozitif gelişme dışında, Hindistan'da kadınların hayatlarında belirgin bir etki yaratmadı. İyi niyetli maksadına rağmen, yeni yapılan Ceza Hukuku değişikliği kadınlara karşı gerçekleştirilen suç ve şiddetin azalmasını sağlamadı. Oluşturulan kanunsal değişiklik suç sonrası müdahale üzerine odaklanmaktan öteye geçmedi ve toplumda kadına karşı olan mevcut algı ve muameleye herhangi bir etkisi olmadı.
Bu korumacı yaklaşım kadınları geleneksel rollerine kısıtlıyor. Kadınların kamusal alanlarda güvenli olabilmeleri için sorumluluğu devlet üzerinden alıyor ve kamusal alanlara güvenli erişim adı altında kadınların hareket alanlarını sınırlıyor. Feminist hareketlerin ceza içtihatına güvenmeleri, kadınları hukuk tarafından üretilmiş tanımlara rehin bırakıyor. Bu durum, devletin korumacı yaklaşımını pekiştirmesi ve kadınlar üzerinde kurduğu baba rolünü dayatması için gerekli gücünün artmasına sebep oluyor. Bu siyasi duruş Hindistan'daki önemli siyasi partilerin seçim manifestolarında da yerini buldu ve partiler “kadınların güvenliği”ni öncelikli konuları olarak belirledi. Örneğin, Hindistan Halk Partisi'nin (BJP) kırsal kesimlerde ekonomik durumun iyileştirilmesine yönelik getirdiği düzenlemeler kadınların aile içindeki "kız evlat," "eş" ve “anne” gibi geleneksel rollerini pekiştirmeye odaklandı.
Türkiye'de de Özgecan Aslan cinayeti yaklaşmakta olan Haziran 2015 genel seçimleri yüzünden siyasi bir yarış haline döndü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Özgecan Aslan davasının "bizzat takipçisi olacağına” ve “suçluların hak ettikleri en ağır cezayı almaları için elinden geleni yapacağına" dair söz verdi ve uluslararası kadın hakları için 14 Şubat’ta tüm dünyayla aynı anda gerçekleşen "One Billion Rising" etkinliğinde dans eden kadınları, Özgecan Aslan'ın ölümünü lekelendirdiklerini söyleyerek eleştirdi. Bununla birlikte, Erdoğan’ın “kadın ve erkeğin eşit olmadığı,” “kadınların en az üç çocuk sahibi olmaları gerektiği,” “doğum kontrolünün vatan hainliği olduğu” ve “kadınların tanımlı rolünün annelik olduğu”na dair görüşleri hala devam ediyor.
Diğer siyasetçiler de kadına karşı şiddet faillerine mevcut olan en ağır cezaların verilmesini talep etmek için sıraya girdiler. Ancak, İstanbul'da 8 mart 2015'te gerçekleşen Uluslararası Kadınlar Günü etkinliklerine birçoğunun katılmaması tepkilerinin çok uzun soluklu olmadığını gösterdi. Oluşan boşluk Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından dolduruldu.
Jyoti Singh ve Özgecan Aslan vakaları kadına karşı şiddetin sınırlarının olmadığını bir kez daha gösterdi. Görüldüğü üzere, ana-akım siyaset benzer olayları toplumda bir bütün olarak ele almak yerine olay bazında incelemekle yetiniyor. Oysa kadınların ihtiyacı olan şey koruma değil kamusal alandaki varlıklarının normalleştirilmesidir. (PA-JLG/HK)
* Bu yazı opendemocracy.net sitesinde yayınlandı.