Son birkaç aydır "ifşa/teşhir ediyoruz" başlıklarını taşıyan mailler, iletiler birçok kişinin gündemine geliyor. Bu yazının amacı sözü geçen metinleri ve öznelerini konuşmak değil, kadın hakları mücadelesinde bir yöntem olarak ifşayı tartışmaya açmak. Bahsi geçen ifşa metinlerinin ortak birkaç özelliğinden bahsetmek mümkün. Bu nedenle yazıları tek tek değil, genel hatlarıyla değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
Ortak özellikler şu şekilde sıralanabilir: Yazılar genelde konunun öznesi kadın tarafından değil, bir grup tarafından kaleme alınıyor (bu yüzden tartışmayı olayın öznesi kadına yönelik olarak başlatmadığımı bunun bir mücadele yöntemi olarak yürütülmesine ön ayak olan örgütlü tavrı değerlendirdiğimi belirtmeliyim). Bir erkeğin bir kadına (veya LGBT bireye) şiddet uyguladığının ilan edilmesi içeriğini taşıyorlar. Yazıyı okuyan kadınlar, sözü geçen kadınla dayanışmaya çağrılıyor. Dayanışma için genelde yazının sosyal medyada dağıtılması dışında ve duyarlılık dışında bir yöntem önerilmiyor.
Gelen yazılarda yargı (yasal veya daha farklı bir zeminde) sürecinin de olmadığı görülüyor ve hatta yazılarda özellikle herhangi bir yargı sürecinin reddedildiği yönünde tavır sunuluyor. Daha ötede içeriğe baktığımızda ise tüm bu yazılarda, "kadının beyanı doğrudur ve ifşa bu beyanın kendisidir" sığlığına indirgenerek çarpıtılmış bir "kadının beyanı esastır" algısı karşımıza çıkıyor.
Bu algının diğer yanında ise; oldukça net, hazır bekleyen, bir parmak şıklatmasıyla suçlu erkeği harcayacak garip bir "kamu" algısı yer alıyor. Yazılar kamuya (aslında burada sosyal medyaya demek daha uygun, yazının geri kalanında sosyal medya ve kamu kimi zaman aynı anlamda kullanılacak) ulaşınca sözü geçen erkeğin cezasının kesileceği, kendisinin dışlanıp tecrit edileceği ve kadının korunup kollanacağı düşünülüyor olmalı ki tüm yazıların "like" edilmesi, hızla sosyal medyada dolaştırılması bir mücadele yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu şekilde bir ifşa yöntemine yönelik eleştirilerimi dile getirirken birkaç kavram hakkında tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Kavramların en başında "kadının beyanı esastır" geliyor. İkinci olarak "özel alanın politikliği" kavramına değinmek gerekiyor. Son olarak da sistemin bize bireyler üzerinden sunduğu "suç ve ceza" kavramlarının kadın hareketi tarafından nasıl yorumlanabileceğini tartışmak istiyorum.
Esas mı? Doğru mu?
"Kadının beyanı esastır"; kendini kadın hakları konusunda bilinçli kabul eden, bu konuda mücadele eden herkesin dört elle sarılması gereken bir kavramdır veya ilkedir diyebiliriz. Kadınların ezilmesi, ahlak, evlilik, annelik, bacılık, cinsellik ve hatta aşk diye bize sunulan bir sürü ön kabulle sağlanabildi bu güne kadar. Bu yüzden kadınlar herhangi bir sıkıntıyı dile getirirken bir yığın bariyerle karşılaşırlar. Çoğu zaman haklı oldukları halde başlarına gelenlerden ötürü kendileri de toplumun baskısına uğrarlar. "Suçlu" oldukları durumlarda dahi aynı suçu işlemiş erkeklere nazaran daha fazla yargılanır ve bedel öder hale getirilirler. Bu yüzden kadınlar, özellikle kadın olduklarından ötürü (sadece bir erkek tarafından olması da gerekmez) bir haksızlığa uğradıklarında seslerini çıkarırlarsa ilk karşılaştıkları şey okların kendilerine dönmesi, sözlerine güvenilmemesidir.
Bu süreçte kadın o kadar yıpratıcı uygulamalara maruz kalabilir ki, haklılığını ispatlayamaz hale gelir ve çoğu zaman geri çekilir ya da başlamadan siner. Bu noktada "kadının beyanı esastır" ilkesi devreye girer. Kadının anlattığı durum her ne olursa olsun, olay açıklığa kavuşana kadar çevresindekilerin ona destek olması, sürecin aleyhine işlemesinin engellenmesi, yıpranmasının önüne geçilmesi bu ilkenin gereğidir. Örneğin bir kadın size tacize uğradım dediğinde onun güvenli bir ortama geçmesini sağlamak bu ilkeye uygun davranmak anlamına gelir.
Fakat bu ilke asla "kadının beyanı doğrudur" anlamına gelmez. Tarafların sağlıklı bir şekilde dinlenmesi, sorunun net bir şekilde ortaya çıkması için bu ilke vardır. Sorunun net bir şekilde ortaya çıkmasından kastedilen ise sadece suçlu ve mağdurun belirlenmesi ya da olayın ayrıntılarının ortaya çıkması, kadının ispatlar sunmak zorunda bırakılması değildir. Daha da ötede; yaşanan olayın politik çözümlemesinin yapılması, yaşananların toplumsal çelişkilerde nereye işaret ettiğinin belirlenmesi temel hedeftir politik zeminde mücadele edenler açısından. Öyleyse bu ilke sürecin başladığını belirtir, bittiğini değil.
Maalesef yazılarda "kadının beyanı esastır" kavramı ısrarla, belki de bu konudaki bilgi eksikliğinden veya heyecandan ötürü, "kadının beyanı doğrudur" şeklinde sunuluyor. Buradaki esas sıkıntı ise bana göre, bir gerçeği çok iyi görüp diğer bir gerçeğe gözünü kapamaktır. Bu yazıların sahiplerinin (öznesi olan kadını kastetmiyorum) çok iyi gördüğü şey toplumun patriarkal olması.
Gözden kaçırdıkları şey ise aynı zamanda sınıflı bir toplum da olduğumuz gerçeği. Kadının beyanı doğrudur biçiminde bir yanlış çıkarım sizi sınıfsal çatışmalarda çelişkiye iter. Oysa kadın beyanı esastır görüşü sizi bu çelişkilerden de koruyacak bir niteliğe sahiptir.
Çünkü sınıflı toplumun bize dayattığı çıkar çatışmaları karşımıza çok farklı durumlar da getirebilir. Örneğin geçen sene şöyle bir haber[1] vardı: "Türkiye'deki adalet sistemini tartışmaya başlayan gençlere kulak misafiri olan sivil giyimli bir kadın polis, tartışmanın içeriğinden memnun olmayınca, müdahale edebilmek için genç erkeğin kendisini taciz ettiği bahanesini uydurdu." Karakola taşınan olayın ardından tacizcilikle suçlanan gençlerden birinin avukat olan annesi de şu açıklamayı yapıyor:
"Eline ölçüsüz bir güç geçirmiş bir polis, bu gücü ahlaksız bir şekilde kullanıyor."
Bu örnek devlet zorunun her çeşidinin yaşandığı bu topraklarda çok da uç bir örnek sayılmasa da konumuz itibariyle uçlarda olduğu kabul edilebilir. Yine de çıkar çatışmalarının karmaşıklığı içerisinde bu örnek, çatışmanın basitliği ve netliği açısından ele almaya değer görünüyor.
Kadının beyanı esastır görüşü size bu noktada kadını yıpratmadan iki tarafı da dinlemeyi ve olayı açıklığa kavuşturmayı önerir. Çünkü böyle bir süreç; hem kadının her durumda tacize uğrama ihtimalinin bu toplumda var olduğunu hem de sınıflı toplumun ezen ezilen ilişkilerini deşifre edecektir ve bizlere politik kazanım sağlayacaktır.
Ayrıca burada "kadının beyanı esastır" yaklaşımının motivasyonunu esas olarak suçlu bireyi tespit etme noktasında değil de mücadeleye güç katma noktasında bulduğunu görmek gerekir.
Kadının beyanı "doğrudur" yaklaşımı ise bu örnekte direkt polisi destekliyor konuma düşmek ya da algılarını gözden geçirmek durumunda. Elbette bu örnekle "doğrudur" yaklaşımının politik alanı sığlaştırdığını tartışmayı hedefliyorum, yoksa mesele şu ana kadar yapılan beyanları sorgulamayı amaçlamak değil.
Burada mesele böylesi bir sığlığın bize; bırakın sınıflı toplumun karmaşık ilişkilerini, patriarkanın işleyişini bile sorgulatamayacak kadar yüzeysel olduğunu anlatmaya çalışmaktır.
Ve böylesi bir yaklaşımın en fazla kadın mücadelesine zarar vereceğini, onu toplumun diğer mücadele alanları karşısında yalnızlaştıracağını, daha da önemlisi yüzeysel ve bireysel bir taraflaşmadan öteye taşıyamayacağını düşünüyorum.
Özel Alanın Politikliği
Özel alanın politikliğinin konumuzla ilgisine değinmeden önce çok genel bir tanımlama sunmak istiyorum. Burada politik olandan kastedilenin en genel anlamıyla toplumu ilgilendiren konular olduğunu kabul edebiliriz.
Özel alandan kastedilen ise kadın sorununun kendini en yoğun haliyle özel yani ev-aile çerçevesinde gösterdiği şeklinde özetlenebilir.
Politik olan toplumsalken (kamusalken) özel olan mahremdir. Tam da bu noktada kadın hareketi özel alanın politikliğine vurgu yapar. Bu konuda Gülnur Acar Savran [2] 2002 yılındaki yazısında Meltem Ahıska'dan şu alıntıya yer veriyor:
"Bu bazılarının sandığı gibi bireysel bir iç dökme değil. Dünya içinde başkalarıyla ilişki içinde kendi yerimizi anlamak, kendi kaygılarımızı kendimizden uzaklaştırıp ötekilere görünür kılmak, yani özel olan ezilme deneyiminin kamusal anlamını ortaya çıkarmak. Kendi dibe çeken, ayıran somutumdan kurtulup beni oluşturan ve yaralayan nesnelliğe uzanmak" ve bu alıntının ardından Savran ekler:
"Ve orada öylece kalmak... mı? Kamusal görünürlük, bana kalırsa özel olanı politikleştirmenin ancak zayıf anlamı olabilir. Bu anlamıyla özel alanın politikleştirilmesi, feminist eleştirinin, özel ile kamusal arasındaki bağlantıların kurulduğu ilk düzlemiyle sınırlıdır; pratik politik bir perspektife doğru açılmaz. Bir kez daha, kamusal tartışmanın parçası haline gelmek, kamusal görünürlük kazanmak, beraberinde kamusal alanın yeniden yapılanmasına ilişkin bir perspektifi taşımadıkça kadınların bu kamuda pasif kalmaları, seyirlik malzeme haline gelmeleri çok kolaydır."
İfşa metinlerinde de kamuya hitap edildiğini ve sosyal medyanın kamuya ulaşmanın bir aracı olduğunu görüyoruz. Özetle, özel alanın politikliğine gönderme yapılarak toplumda özel alanda gerçekleştiği düşünülen kadına yönelik şiddet, kamuda görünür kılınmak isteniyor.
Fakat Savran'ın da değindiği gibi yazılarda kamusal alanın yeniden yapılandırılmasına yönelik bir perspektif sunulmadığı gibi, yaşananlar sosyal medyada adeta bir merak konusu haline geliyor ve olayın öznesi kadını güçlendirebilecek bir yaklaşım da sunulmuyor.
Böylece yazılarda çoklukla taraflaşma; politik bir taraflaşma olarak değil olayın öznelerinin/bireylerinin tarafları olma boyutuna indirgeniyor.
Bu da, yazıları dolaşıma sokanların kamuyu pasif taraftarlar ve izleyiciler olarak algıladıklarına dair bir hissiyat yaratıyor. Sonuç olarak, olayın kendisi seyirlik bir malzemeye dönüşüyor.
Savran; aynı yazısında sıklıkla şu sorulara yanıt arıyor: "İnsanları pasif seyirciler ve tüketiciler konumuna yerleştiren, manipülatif bir medyayı kullanarak feminizm kamusallığa katılmış olur mu? Özel alanın politikleştirilmesi için medyanın oluşturduğu 'kamusallık' uygun bir ortam mıdır?"
Bu soruların sosyal medya için de geçerliliğini taşıdığını düşünüyorum.
Bizler de şu soruları ekleyebiliriz: Birbiri ardına gelen ifşa metinleri tam olarak hangi amacı taşıyordu ve amacına ulaşabildi mi veya ulaşabilir mi? Sosyal medyada herkes, kendi için kurduğu sayfada zaten kendine dair birçok özeli sunma eğilimi gösterirken ifşa metinlerinin dolaşması radikal bir girişim mi?
Bu sorulara farklı bir kanaldan cevap arayabiliriz.
ODTÜ'lü öğrencilerin kullandığı oldukça aktif bir itiraf sitesinde şu yazılar yer alıyor [3].
"Californiadreaming" ismini kullanan itirafçı "Fakir kız arkadaşımı herkesin içinde dövdüm" diye zevkle yazıyor iki hafta önce.
Üç hafta önce erkek arkadaşından dayak yediğini itiraf eden "Hugolina" isimli yorumcu ise bu itirafa şu cevabı veriyor "Bir kere ben de dayak yemiştim eski sevgilimden mesela ama fakir olduğum için değil arabasını vurmuştum bir yere, hak etmiştim yani..."
Tabi arada yorumlar "like"lar havada uçuşuyor.
Bu sitede kadına yönelik şiddet içerikli "erkeklerden" gelen bir yığın itirafa (övünmeye) rastlayabilirsiniz.
Olay ifşa etmekle bitseydi sanırım bu sitedeki erkekler çoktan devrim yapardı. Sosyal medya çoğu açıdan sınır tanımıyor ve bunu kesinlikle lehimize çevirmek elimizde.
Lakin bir aydır sosyal medyada dolaşan yazıları dedikodular da takip ediyor. Bilinmesine hiç de gerek olmayan ayrıntılar peşi sıra dolaşıyor.
Özetle; ifşa diye sunulan yöntemin kadınlardan çok dedikoduları örgütlediğini ve erkeklerin ilgisini fazlasıyla cezp ettiğini düşünüyorum.
Politik olarak da denk düştüğü yer bana göre magazincilikten ötede de değil. Çünkü sosyal medya bağımsız bir kadın örgütünün öznelerinden oluşmuyor, aksine kadına yönelik şiddetin yeniden üretildiği bir alanı temsil ediyor çoğu zaman.
Yine Savran'ın yazısından bir alıntıyla bu başlığı sonlandıralım: "Özel alanın politikleştirilmesi, öznelliğin ve tikelliğin kamusal alana dökülmesi olmadığı gibi, dayak, taciz, tecavüz gibi, cezayı gerektiren adlî durumları ilgilendiren bir söylemden ibaret de değildir. Olağan, sakin, huzurlu yönleri de politiktir özel hayatların: Egemenlik, iktidar sadece sınır durumlarda ortaya çıkmaz. Kısacası, özel alanın magazinleştirilemeyecek bir yanı hep vardır."
"Suç ve Ceza" Politikası
Peki biri tacize uğradığında sesiz mi kalacağız?
Bu tacizcinin yaptığının bir bedeli olmayacak mı?
Başka kadınların karşısındakinin tacizci olduğunu bilmeye hakkı yok mu?
Bu tür sorulara verilebilecek cevabın örgütlülük olduğunu düşündüğümü daha başta söyleyerek suç ve ceza kavramlarına değinmek istiyorum.
Kapitalist sistemin adalet anlayışı bireyi toplumdan soyutlar. Sisteme göre suçlu ve mağdur bireyler vardır. Suçlu bireyin cezalandırılması toplum açısından sorunu çözer.
Bu vesileyle suç üreten mekanizmalar asla sorgulanmaz ve sadece iş işten geçtikten, suç işlendikten sonra adalet akla gelir. Adalet diye sunulan şey ise suçlunun cezalandırılmasıdır.
İntikam soslu bu anlayış sonuçta mağdurun mağduriyetini asla gideremez. Bunun yerine yeni mağdurlar ve suçlular ordusu adaletin tecellisi için her gün yeniden sahneye çıkar.
Evet; tacizci suçludur ama biliyoruz ki taciz düşüncesi toplumda doğar. Bu noktada sadece tecavüzcü, tacizci erkekleri/bireyleri hedef almak sistemin bize sunduğu sınırları aşamamak anlamına gelir.
Sistem güya yeni suçların oluşmaması için cezanın caydırıcılığından da bahseder.
Benzer bir biçimde "Seni ifşa ederim" anlayışı da caydırıcı bir ceza, bir nevi tehdit olarak sunulur.
Ceza sisteminin bir diğer özelliği de toplumsal ahlak normları oluşturması ve bunları yeniden üretmesidir. İfşa yöntemi de bir yandan yasal suç ve ceza kurumlarını reddederken bir yandan da benzer normlara sığınır.
Özellikle, sistemle bağını diğer sınıflardan farklı olarak sosyal statü üzerinden kuran orta sınıf için koruması gereken bir imaj ve çevre söz konusudur.
Kişinin iş hayatının bekası çoğu zaman bu çevrede tutunmasına bağlıdır.
Yazıların işaret ettiği erkekler de orta sınıfa mensup, entelektüel, akademisyen veya ünlü kişilerdi. İfşa; bu kişileri asıl olarak bulundukları çevreye şikayet etmekte ve orada dışlanmalarını beklemekte.
İfşa burada, bir nevi "rezil etme" gücünü kullanır. Oysa bu tam da sistemin orta sınıfı mahkûm ettiği gerilimdir.
Sistemin bize sunduğu bu suç ve ceza sınırını zorlamak elbette mümkün. Örgütlülük ve dayanışma ağları kurmak, düşüncemizi yaymak ve çeşitli pratikler (farklı yöntemlerle) sergilemek mümkün.
Bunları yaparken de bir yandan da yasalara sırtımızı dönmek yerine o alanın imkânlarını istismar etmek, lehimize yasalar çıkarttırmak da mümkün.
Örneğin dolaşıma sokulan yazılardan birinde bir erkek tarafından ölüm tehditleri alan kadın, yasal mercilere başvurmayı reddettiğini açıklıyor.
Kişisel olarak yaşadığı gerilim onu farklı düşünmeye itmiş olabilir ama kadın örgütleri ya da aktivistleri tarafından oldukça soğukkanlı bir biçimde bu yazının paylaşılıp "like" edilmesi bence mantığı zorlayan bir tablo.
Yasal alanımız bu kadar darlaşmışken böyle bir lüksümüzün olmadığını düşünüyorum. Kaldı ki belki de metni yazan arkadaşımız; daha önce bir tacizciyi okul duvarlarında ifşa eden kadınlara dava açılmış olması nedeniyle kendisini geri çekiyor.
Çünkü kadın hareketinden destek bulan okul duvarlarında ifşa metni asma yöntemi, anında sistem tarafından kadınların kriminalize edilmesi ile karşılık buluyor.
Oysa örgütlü bir zeka ile kurgulanabilse süreç çok daha farklı işleyebilirdi. Duvara ifşa metni asarak veya sosyal medya da yazıyı dolaşıma sokarak erkeği cezalandırmak dışında yapabileceklerimiz varken enerjimizi ve güvenliğimizi zayi mi ediyoruz diye düşünen kimse yok mu?
Ya da açılan bu dava karşısında (kadın örgütlerinin üzerine düşen) yılmak ve yasal süreçleri reddetmek yerine davayı politik bir arenaya dönüştürmek değil mi? Mesela KCK davalarını anadilde savunma hakkıyla politik mücadele zemine çeken Kürt halkından bir şeyler öğrenemez miyiz?
Yıllardır bu topraklarda çok farklı mücadele biçimleri denendi. Bunlar bizlere bir şeyler katamaz mı farklı mücadele biçimleri ve örgütlenmeler açısından?
Mücadele etmek her şeyden önce yaşadığın toprakları tanımaktan geçermiş gibi geliyor bana.
Burada da Savannah Dietrich [4] davasının yaşanması henüz muhtemel görünmüyor. Muhtemel olsa bile bizi daha yakıcı soruların beklediğini düşünüyorum.
Sonuç olarak bence şu sorular üzerinde düşünmemiz önem arz ediyor: Tüm tacizcilerin isimlerinin hem kadınlar hem de devlet tarafından yayınlanması sonucunda amacımıza ulaştığımızı iddia edebilecek miyiz?
Bunu bir talep olarak önümüze koymalı mıyız? Yoksa özel alanın politikleştirilmesi mevzusunu yeniden ele almamızı gerektiren bir noktayı çoktan geçtik mi? (MŞ/AS)
[1] "Metrobüste kadın polis terörü"
[2] ACAR-SAVRAN (2002). Gülnur, Özel/Kamusal, Yerel/Evrensel: Ġkilikleri Aşan Bir Feminizme Doğru, Praksis, Sayı 8.
[3] http://odtuitiraf.net/itiraf10503
[4] ABD'nin Ohio eyaletinde cinsel tacize uğrayan 17 yaşındaki genç kız, tacizcilerinin isimlerini Twitter'da açıklayınca özel hayatı ihlal etmekle suçlandı. Fakat tepkiler yükselince dava geri çekildi.