88 yaşındaki Doris Lessing Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ödülünü almaya gidemedi ancak yayınladığı teşekkür metninde, Afrika’da geçen çocukluğundan bahsetti ve Zimbabve’deki çocuklar bilgiye açken, daha ayrıcalıklı ülkelerde yaşayan çocukların Internet’in sunduğu ‘aptallıklar’ yüzünden okumaktan vazgeçmelerinden duyduğu üzüntüyü aktardı:
Kapı aralığında durup, toz bulutlarının arasından bana hala kesilmemiş ağaçların bulunduğunu söyledikleri yere bakıyorum. Dün, arabayla miller boyunca uzanıp giden kuru dallar ve yanarak kömür haline gelmiş ağaç kalıntıları arasından geçtim. 1956’da, o tarihe kadar görmüş olduğum en güzel orman olan bu yer, tamamıyla harap olmuş durumda. İnsanların yiyeceğe ihtiyaçları var. Ateş yakmak için yakıta ihtiyaçları var.
Burası 1980’li yılların başında Zimbabve’nin kuzey batısı ve ben, Londra’da bir okulda öğretmenlik yapmış olan bir arkadaşımı ziyaret ediyorum. Bizim deyişimizle “Afrika’ya yardım etmek için” burada. Kibar ve idealist bir ruha sahip. Bu okulda gördükleri onu öylesine şok etmiş ki, atlatması çok zor bir depresyona girmiş.
Bu okul, bağımsızlıktan sonra inşa edilen diğer okullar gibi… Doğrudan tozun üzerine kondurulmuş dört büyük tuğla odadan oluşuyor. Bir, iki, üç, dört; ve bir uçta da, kütüphane işlevi gören yarım bir oda… Bu sınıflarda kara tahtalar var. Arkadaşım tebeşirleri çalınmasın diye hep cebinde tutuyor. Okulda atlas veya bir dünya küresi yok. Ders kitabı, defter veya tükenmez kalem de yok.
“Bize okumayı öğrettiler ama kitabımız yok”
Kütüphanede çocukların okumaktan hoşlanacağı cinsten kitaplar yok: Amerikan üniversitelerinden gelmiş, yerinden bile kalkmayan ciltli kitaplar, beyazların kütüphaneleri tarafından istenmeyerek atılmış kitaplar, detektif hikayeleri veya, ‘Paris’te bir Haftasonu’ veya ‘Felicity Aşkı Buluyor’ gibi isimleri olan kitaplar var sadece.
Kuru otlar arasında yiyecek arayan bir keçi geziniyor. Müdür, okul fonundan zimmetine para geçirmekten geçici olarak işinden uzaklaştırıldı. Bu da, hepimizin çok aşina olduğu bir soruyu akıllara getirdi: Bu insanlar, herkesin kendilerini izlemekte olduğunu bile bile nasıl böyle davranabiliyorlar?
Arkadaşımın hiç parası yok, çünkü maaşını aldığı zaman herkes -öğrenciler ve öğretmenler- ondan borç para alıyorlar ve muhtemelen hiçbir zaman borçlarını ödemeyecekler. Öğrenciler altı ile yirmi altı yaşları arasında, çünkü aralarında daha önce hiç okula gitmemiş yetişkinler de var.
Bazı öğrenciler her sabah yağmur, güneş demeden miller boyunca yürüyor ve nehirler aşarak okula geliyorlar. Ödev yapamıyorlar çünkü köylerde elektrik yok ve yanan bir odunun ışığında ders çalışmak pek de kolay olmuyor. Kızlar akşam okuldan eve döndüklerinde ve sabah okula gitmeden su çekmek ve yemek pişirmek zorundalar.
Arkadaşımla odasında oturuyoruz. İnsanlar utangaç bir halde odaya giriyor ve hepsi, herkes kitap dileniyor: "Lütfen Londra’ya döndüğünüzde bize kitap gönderin.” Bir adam, “Bize okumayı öğrettiler ama kitabımız yok” diyor. Tanıştığım herkes, herkes kitap dileniyor.
Orada birkaç gün kaldım. Tozlar uçuşuyordu, su pompaları kırıldığı için susuzluk vardı ve kadınlar suyu nehirden tedarik ediyorlardı.
İngiltere’den bir başka idealist öğretmen bu “okulun” durumunu gördükten sonra oldukça hasta olmuştu.
Oradaki son günüm dönem sonuna denk geldi. Keçiyi kestiler ve küçük parçalar halinde büyük bir teneke kapta pişirdiler. Sabırsızlıkla beklenen dönem sonu ziyafeti buydu: Haşlanmış keçi ve yulaf. Ziyafet devam etmekteyken yine ormandan geriye kalan kömürleşmiş ağaç kalıntıları ve dallar arasından geçerek oradan ayrıldım.
Bu okulun öğrencilerinin ödüller alabileceklerini pek sanmıyorum.
"Nasıl olduğunu bilirsiniz”
Ertesi gün Kuzey Londra’daki bir okuldayım. Adını hepimizin bildiği çok iyi bir okul. Erkekler için bir okul. Güzel binaları ve bahçeleri olan...
Her hafta ünlü bir kişi bu çocukları ziyaret ediyor. Ve bu ünlü kişilerin, bu çocukların babası, akrabası, hatta annesi olması çok normal karşılanan bir şey. Onlar için ünlü birinin okullarını ziyaret etmesi pek de önemli bir olay değil.
Kuzeybatı Zimbabve’de toz bulutları arasındaki okul aklımdan çıkmıyor. Bu pek bir beklentisi olmayan yüzlere bakıyorum ve geçen hafta içerisinde gördüklerimi onlara anlatmaya çalışıyorum.
Kitapsız sınıfları, deftersiz, hatta atlassız, hatta duvara çivilenmiş tek bir haritanın bile olmadığı sınıfları… Kendilerine nasıl öğretim verebileceklerini anlatan kitapların gönderilmesi için dilenen öğretmenlerin olduğu bir okulu... Kendileri on sekiz-on dokuz yaşında olan bu insanlar kitap dileniyorlar.
Bu okuldaki oğlanlara, oradaki herkesin, herkesin kitap dilendiğini söylüyorum: "Lütfen bize kitap gönderin." Eminim burada bulunan ve daha önce bir konuşma yapmış herkes, sizi izleyen gözlerin boş boş baktığı o anı iyi bilir.
Dinleyicileriniz söylediklerinizi duyamıyordur: Kafalarında, sizin onlara anlattıklarınızla eşleşecek görüntüler yoktur. Toz bulutları arasında, su sıkıntısı yaşayan ve dönem sonu ikramı olarak da bir keçinin kesilip kocaman bir kapta pişirildiği ki bir okulu hayal edemiyorlar.
Böylesi yalın bir fakirliği tahayyül etmek onlar için bu kadar imkansız olabilir mi?
Elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Onlar da nazik davranıyorlar.
Eminim bu çocuklar arasında ödül alacak olanlar çıkacaktır.
Sonra çocuklarla yaptığım konuşma bitiyor ve ben her zaman olduğu gibi, öğretmenlere kütüphanenin nasıl olduğunu ve öğrencilerin kitap okuyup okumadıklarını soruyorum. Ve bu ayrıcalıklı okulda, okullarda ve hatta üniversitelerde her zaman aldığım cevabı alıyorum: "Nasıl olduğunu bilirsiniz. Oğlanların birçoğu hiç kitap okumuyor. Kütüphane sadece yarı yarıya kullanılıyor.”
"Nasıl olduğunu bilirsiniz.” Evet, gerçekten de nasıl olduğunu biliyoruz. Hepimiz.
Bilgisayar, İnternet ve televizyon… Bir devrim
20-30 yıl öncesine kadar tartışmasız gerçeklerimiz olan şeylerin bile sorgulandığı, parçalanmış bir kültürde yaşıyoruz. Yıllarca eğitim görmüş genç erkek ve kadınların dünya hakkında hiçbir şey bilmemesinin, hiçbir şey okumamış olmasının, sadece bilgisayar gibi tek bir uzmanlık dalında bilgi sahibi olmasının olağan olduğu bir kültürde...
Bize olan şey şu: İnanılmaz buluşlar, bilgisayar, İnternet ve televizyon… Bir devrim… Bu, bizim, insan ırkının görüp geçirdiği ilk devrim değil.
Birkaç on yıl içerisinde değil, çok daha uzun bir zaman zarfında gerçekleşen matbaa devrimi, kafalarımızı ve düşünce şeklimizi değiştirdi. Çılgıncasına bir cesarete sahip bizler, her zaman olduğu gibi bunu bütünüyle kabul ettik ve hiç, “Bu matbaa buluşuyla birlikte bize ne olacak?” diye sormadık.
Aynı şekilde, bir an bile durup, “Bu İnternet bizi, kafalarımızı nasıl değiştirecek?” diye sormadık. O İnternet bütün bir jenerasyonu öylesine ayarttı ki, en mantıklı insanlar bile bir kez kendilerini kaptırdılar mı vazgeçmenin çok zor olduğunu ve bloglar mloglar derken, tüm günlerinin İnternet önünde geçtiğini itiraf ediyorlar.
Çok yakın bir geçmişe kadar, en az eğitimli insanlar bile öğrenmeye, eğitime ve büyük edebiyat hazinemize saygı duyardı. Tabi hepimiz biliyoruz ki bazen insanlar okuyormuş gibi, öğrenmeye saygı duyuyormuş gibi de yapıyorlardı.
"Okumak; dolu bir insan yaratır”
Ancak çalışan erkek ve kadınların kitaplara karşı büyük bir arzu duyduğu kayda geçmiş bir gerçektir. Bu 18. ve 19. yüzyılların çalışan insanlarının kütüphaneleri, enstitüleri ve kolejleri ile kanıtlanmış bir gerçektir.
Kitap okumak bir zamanlar genel eğitimin bir parçasıydı.
Gençlerle konuşan yetişkinler, okumanın ne kadar büyük bir eğitim olduğunu anlamalılar, çünkü gençler bunun farkında değiller. Ve eğer çocuklar okuyamıyorlarsa, bu hiç okumamış olmalarından kaynaklanıyor.
Hepimiz bu hüzünlü hikayeyi biliyoruz.
Fakat nasıl bittiğini bilmiyoruz.
Eski bir atasözünü hatırlayın: "Okumak; dolu bir insan yaratır” –ve fazla yemekle ilgili tüm esprileri bir kenara koyarsak– okumak, bir kadını ve bir erkeği, bilgi, tarih ve her türlü ilimle dolu yapar.
Bir koli kitap sevinç gözyaşlarıyla karşılanır
Ancak dünyadaki tek insanlar bizler değiliz. Çok uzun zaman önce değildi; bir arkadaşımdan bir telefon aldım. Zimbabve’deki bir köye gitmiş. Oradaki insanlar üç gündür aç olmalarına rağmen kitaplardan, kitaplara nasıl ulaşabileceklerinden ve eğitimden bahsediyorlarmış.
Köylere kitap göndermek amacıyla kurulan bir derneğe üyeyim. Zimbabve’ye başka bir bağlamda ziyarette bulunan başka bir grup insan vardı. Onlar, köylerin, söylenenlerin aksine, emekli öğretmenler, izinli öğretmenler, tatildeki çocuklar, yaşlı insanlardan oluşan zeki insanlarla dolu olduğunu yazdılar.
Ben de insanların ne okumak istedikleri ile ilgili ufak bir araştırma yaptım. Vardığım sonuçların, İsveç tarafından yapılan ve varlığından haberdar olmadığım bir araştırmanın sonuçları ile aynı olduğunu öğrendim.
İnsanlar, Avrupa’daki insanlar ne okumak istiyorlarsa –eğer okuyorlarsa tabi– onu okumak istiyorlar: Her türlü roman, bilim kurgu, şiir kitabı, detektif romanı, sahne oyunu, Shakespeare ve nasıl banka hesabı açılır gibi ‘kendin yap’ kitapları listenin alt sıralarındaydı.
Shakespeare kitaplarının hepsinin isimlerini biliyorlardı. Köylüler için kitap bulmaktaki sorun, piyasada neyin mevcut olduğunu bilmemeleri. Bu nedenle, Mayor of Casterbridge gibi bir okul kitapları seti popüler oluyor, çünkü o setin mevcut olduğunu biliyorlar. Bu yüzden, Hayvan Çiftliği, tüm romanlar arasında en popüler olanı.
Küçük derneğimiz, bulabildiği her kitabı almaya başladı. Ancak hatırlayın ki, İngiltere’de iyi bir ciltsiz kitap birkaç aylık maaşa bedel. Aslında bu, Mugabe’nin “terör” egemenliğinden önceydi.
Şimdi, enflasyonla birlikte, birkaç yıllık maaşa bedel. Ancak, eğer bir köye bir koli kitap götürürseniz –ve hatırlayın ki korkunç bir petrol kıtlığı var- bu koli sevinç gözyaşları ile karşılanacaktır.
Kütüphane, bir ağacın altında, tuğlalar üzerine serilmiş kalaslardan yapılmış olabilir. Ve birkaç hafta içinde okuma dersleri başlayacaktır –okuma bilenler bilmeyenlere öğretiyor olacaklar… vatandaşlık dersi– ve ücra bir köyde, Tonga’da roman olmadığı için birkaç delikanlı oturup roman yazdılar. Zimbabve’de altı kadar ana dil var ve bu dillerin hepsinde yazılmış romanlar mevcut… şiddet romanları, ensest romanları, suç ve cinayetle dolu romanlar.
Kitaplara duyulan açlık fenomeni
Küçük derneğimiz en başından beri Norveç, ve sonra da İsveç tarafından destekleniyordu. Bu destek olmadan kitap erzağımız eriyip biterdi. Zimbabve’de yayınlanan ‘kendin yap’ kitapları onlara susamış kişilere gönderiliyor.
“Her toplum hak ettiği yönetimle yönetilir” denir, ama bunun Zimbabve için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Ve hatırlamalıyız ki, kitaplara duyulan bu saygı ve açlık Mugabe’nin rejiminden değil, ondan önceki rejimden, beyazların rejiminden kaynaklanıyor. Kitaplara karşı duyulan bu açlık şaşırtıcı bir fenomen. Ve Kenya’dan Ümit Burnu’na kadar her yerde varolan bir fenomen.
Bu, mümkün görünmeyen bir gerçekle bağlantılı: Ben sazlardan bir damı olan çamurdan yapılmış bir kulübede büyüdüm. Bu ev, her zaman, saz ya da otun, uygun çamurun, duvarlar için kullanılacak kazıkların olduğu her yerde inşa edilmiştir. Mesela İngiltere’de Sakson’da. Benim büyüdüğüm ev, bir değil, yan yana dört odadan oluşuyordu, ve asıl konu şu ki, kitaplarla doluydu. Annemle babam sadece İngiltere’den Afrika’ya kitap götürmekle kalmıyordu. Annem, çocukları için İngiltere’den kitap sipariş ediyordu. Kocaman kahverengi kağıt paketlerde gelen kitaplar çocukluğumun en büyük zevkiydi. Çamurdan bir kulübe…ama kitaplarla dolu.
Ve bazen, elektriği veya suyu olmayan köylerdeki insanlardan (uzun çamur kulübemizdeki ailem gibi) mektuplar alıyorum. “Ben de yazar olacağım, çünkü sizin büyüdüğünüz eve benzer bir evde yaşıyorum.”
Ancak zorluk şurada: Hayır olamayacak...
Yazma yeteneği ve yazarlar, içinde kitap olmayan evlerden çıkmazlar.
Boşluk burada. Zorluk burada.
Yakın zamanda ödül almış kişilerin konuşmalarına bakıyorum. Muhteşem Pamuk’a bakın mesela. Babasının bin 500 kitabı olduğunu söylüyor. Yeteneği gökten inmedi. Bunun büyük gelenekle bağlantısı vardı.
V.S. Naipaul’a bakın. Eski Hint yazıtlarının ailesi için ne kadar önemli olduğundan bahsediyor. Babası onu yazmaya teşvik etti. Ve İngiltere’ye gittiğinde, doğal olarak İngiliz Kütüphanesi’ni kullandı. Yani büyük geleneğe yakındı.
John Coetzee’ye bakalım. O bu büyük geleneğe sadece yakın değil, geleneğin ta kendisiydi: Cape Town’da edebiyat öğretmeniydi. Ve onun sınıflarından birinde olmadığım için çok üzgünüm. O harikulade, cesur, gözüpek beyinin sınıfında...
Yazabilmek için, bir edebiyat eseri yaratabilmek için, kütüphanelerle, kitaplarla, “Gelenek”le yakın bir bağınız olması gerekiyor.
Mugabe’nin yönetiminde yazar olmak kolay değilken
Zimbabve’den bir arkadaşım var. Bir yazar. Siyah. Okumayı, reçel kavanozlarının ve meyve konservelerinin etiketlerinden kendi kendine öğrenmiş. İçinden arabayla geçmiş olduğum, siyahların yaşadığı kırsal bir bölgede büyümüş. Toprak, kumtaşı ve çakılla dolu. Seyrek, alçak çalılıklar var. Kulübeler fakir. Durumu daha iyi olanların bakımlı kulübelerine hiç benzemiyor. Bir okul, daha önce tarif ettiğim gibi... Bir çöp yığınının içinde bir çocuk ansiklopedisi buluyor ve o ansiklopedi vasıtasıyla öğreniyor.
1980’deki bağımsızlık sırasında Zimbabve’de bir grup iyi yazar vardı. Ülke adeta şakıyan kuşlarla dolu bir yuva gibiydi. Güney Rodezya’da beyazların misyoner okullarında -o daha iyi olan okullarda- yetiştirilmişlerdi. Zimbabve’de yazar yetişmiyor. Kolay değil, Mugabe’nin yönetiminde kolay değil.
Tüm yazarlar, bırakın yazar olmayı, okuma yazmayı öğrenmekte bile zorluk çektiler. Okumayı reçel kavanozlarındaki etiketlerden ve atılmış ansiklopedilerden öğrenmek onlar için nadir bir olgu değil. Kendilerine çok uzak olan eğitim standartlarının özlemini duyan insanlardan bahsediyoruz. Çok çocuklu bir kulübe veya kulübeler, aşırı çalışmaktan yorgun düşmüş bir anne, yiyecek ve giyecek için sürekli verilen bir kavga.
Ancak tüm bu zorluklara rağmen, yazarlar çıktı. Ve bu da hatırlamamız gereken bir başka gerçek. Burası Zimbabve, bir asırdan az bir süre önce fiziksel olarak fethedilmiş bir yer. Bu insanların büyükbabaları ve büyükanneleri kabilelerinin masalcılarıydı belki de… Sözlü gelenek. Hatırlanıp ağızdan ağıza aktarılan hikayeler, bir iki jenerasyonda yazıya, kitaplara geçti. Ne büyük bir başarı.
Çöp yığınlarından ve beyaz adamların dünyasının molozlarından tam anlamıyla çekilip alınan kitaplar. Elinizde bir demet kağıt olabilir (daktilo ile yazılmış yazılar değil, bir kitap değil) ama bu yazıların bir yayıncıya ulaşması gerekir. Size para ödeyecek, borçlarını zamanında ödeyebilecek durumda olan ve kitapların dağıtımını yapacak birine…
Afrika’daki yayıncılık durumu ile ilgili birkaç mektup aldım. Farklı bir geleneğe sahip ve daha ayrıcalıklı bir yer olan Kuzey Afrika’da bile yayıncılıktan bahsetmek bir hayal.
Burada, hiç yazılmamış kitaplardan bahsediyorum. Yayıncılar olmadığı için başaramamış yazarlardan. Duyulmamış seslerden. Bu büyük yetenek ve potansiyel kaybını tahmin etmek bile imkansız. Ancak bir yayıncıya, avansa, teşviğe ihtiyaç duyulan, kitabın oluşumunun bu evresinden önce, eksik olan başka bir şey var.
O alan…
Yazarların çok sık karşılaştığı bir soru vardır: “Nasıl yazıyorsunuz?” “Bir kelime işlemci ile mi? Elektrikli bir daktilo ile mi? Tüy kalem ile mi? El yazısı ile mi?” Ancak esas soru şu olmalı: "Yazarken ihtiyaç duyduğunuz o alanı, o boş alanı bulabildiniz mi? Bir çeşit dinleme, dikkat şeklinde olan bu alana, kelimeler, karakterlerinizin kelimeleri akacak; fikirler ve ilham akacak.
Eğer bir yazar bu alanı bulabilmiş değilse, şiirleri ve hikayeleri ölü doğmuş bir çocuk gibi olur.
Yazarlar birbirleriyle konuşurlarken, birbirlerine hep bu alan, bu ‘diğer zaman’ hakkında sorarlar. “Onu bulabildin mi? Ona sıkıca sarılıyor musun?”
Gelin, görünüşte tamamıyla farklı bir manzaraya bakalım. Büyük şehirlerden birinde, Londra’dayız. Yeni bir yazar var. Alaycı bir şekilde soruyoruz, “Göğüsleri nasıl?” “Güzel mi?” Eğer erkekse, “Karizmatik mi?” “Peki ya yakışıklı?” Dalga geçeriz, ama bu bir şaka değil.
Bu yeni yetenek tanınmış ve taktir görmüştür, muhtemelen ona çok para verilmiştir. Paparazzilerin vızıltıları zavallı kulaklarında çınlamaya başlar. Pohpohlanır, ona övgüler dizilir, dünyanın bir yerinden diğerine savrulup durur. Bunları görmüş geçirmiş olan biz yaşlılar da, ne olup bittiğinin farkına varamayan bu yeni yetmeye acırız.
Pohpohlanmaktadır ve memnundur.
Ama bir yıl sonra ona ne düşündüğünü sorun. Şu cevabı verdiklerini çok duydum: “Bu başıma gelebilecek en kötü şeydi.”
Reklamı çok yapılmış bazı yeni yazarlar bir daha hiç yazmadılar, veya yazmak istedikleri şeyi yazamadılar.
Ve biz eskiler o masum kulaklara şunu fısıldamak istiyoruz: “Hala o alana sahip misiniz? Sadece size ait olan, ihtiyaç duyduğunuz ve içinizdeki seslerin size, sadece size konuşmasına imkan verecek, hayal görmenize imkan verecek o alana sahip misiniz? Ona sıkıca sarılın, sakın bırakmayın.”
Bir şekilde bunun bir eğitimi olmalı.
“Kirlenirlerse bir daha nereden kitap bulacağım?”
Zihnim Afrika’dan ihtişamlı anılarla dolu. İstediğim zaman bu anıları canlandırıp seyredebiliyorum. Akşamları gökyüzünü kaplayan o altın, mor ve turuncu renkteki günbatımlarına ne demeli? Peki Kalahari’nin güzel kokulu çalılıklarındaki kelebeklere, pervane böceklerine ve arılara? Veya, Zambesi’nin kuru sezonda soluk otlarla, sonra da koyu yeşil parlak otlarla ve Afrika’nın tüm kuşlarıyla dolu kıyılarında oturmaya? Evet, filler, zürafalar, aslanlar ve diğer hayvanlardan bol bol vardı. Ama geceleri berrak, siyah ve kırpışan yıldızlarla dolu o muhteşem gökyüzüne ne demeli?
Bambaşka anılar da var tabi ki. Genç, belki de 18’lerinde bir genç adam gözyaşları içinde “kütüphanesinde” duruyor.
Ziyarete gelmiş olan ve kitapsız kütüphaneyi gören bir Amerikalı, ona bir sandık kitap göndermiş. Ama bu genç adam kitapları tek tek çıkararak plastik poşetlere sarıyor. “Ama,” diyoruz, “bu kitaplar okunmaları için gönderildi.” “Hayır,” diye cevap veriyor. “Kirlenirlerse bir daha nereden kitap bulacağım?”
Bizden, İngiltere’den ona öğretmenliği öğretecek kitaplar göndermemizi istiyor. “Lisede dört yıl okudum, ama bana hiç öğretmeyi öğretmediler” diye yalvarıyor.
Kitapların, hatta kara tahta için bir parça tebeşirin bile olmadığı –çalınmıştı- bir okulda, bir öğretmenin, yaşları altı ile sekiz arasında değişen çocuklara toprak üzerinde taşları oynatarak “İki kere iki…” diye öğrettiğini gördüm. Yirmi yaşından büyük olmayan bir kızın, yine defterlerin, kitapların tükenmez kalemlerin, hiçbir şeyin olmadığı bir okulda, toprağa bir değnekle A, B, C, yazarak kızıl güneşin altında ve uçuşan toz bulutlarının arasında, öğrencilerine alfabeyi öğrettiğini gördüm.
Afrika’da ve diğer üçüncü dünya ülkelerinde, veya ailelerin, çocuklarını yoksulluktan kurtaracak ve avantajlı kılacak bir eğitimin peşinde oldukları ülkelerde, eğitime böyle bir açlık duyulduğunu görüyoruz.
Bizim eğitimimiz bu denli tehdit altındayken.
Anna Karanin... “Rusya’yı bilir misin?”
Kendinizi Güney Afrika’da fakir bir mahallede ve kötü bir kuraklık zamanında bir Hint dükkanında hayal edin. İnsanlar, çoğunlukla da kadınlar, uzun bir kuyruk oluşturmuş. Ellerinde boy boy su kapları var. Bu dükkana her öğleden sonra kentten su geliyor ve insanlar bu değerli su için bekliyorlar.
Hintli, elleriyle tezgaha dayanmış, bir kitaptan yırtılmış gibi duran bir yığın kağıt parçasının üzerine doğru eğilmiş olan zenci bir kadını izliyor. Kadın Anna Karenin’i okuyor.
Yavaşça, kelimeleri telaffuz ederek okuyor. Zor bir kitapmış gibi görünüyor. Bu genç bir kadın. Bacaklarına yapışmış iki çocuğu var ve hamile. Hintli sıkıntılı, çünkü kadının başörtüsü beyaz olması gerekirken tozdan sararmış durumda.
Göğüslerinin arası ve kolları da toz içinde. Bu adam sıkıntılı, çünkü uzun kuyrukta bekleyen insanların hepsi susamış durumda ve hepsine yetecek kadar suyu yok. Kızgın, çünkü toz bulutlarının arkasında bir yerlerde ölmekte olan insanlar olduğunu biliyor. Kendisinden daha yaşlı olan abisi bu işin başında duruyordu. Ancak bir tatile ihtiyacı olduğunu söyleyerek ve kuraklıktan gerçekten hasta düşmüş bir halde kente gitti.
Adam meraklanıyor ve kadına “Ne okuyorsun?” diye soruyor. Kız, “Rusya hakkında” diye cevap veriyor.
“Rusya’yı bilir misin?” Kendisi bile Rusya’yı bilmiyor.
Genç kadın, gözleri tozdan kızarmış olduğu halde haysiyet dolu bir şekilde adama bakıyor. “Ben sınıfımın en iyisiydim. Öğretmen benim en iyi olduğumu söylüyordu” diyor.
Kadın okumaya devam ediyor, paragrafını bitirmek istiyor.
Hintli, iki küçük çocuğa bakıyor ve onlara vermek üzere Fanta şişesine uzanıyor. Ancak anne, “Fanta onları susatıyor” diyor.
Hintli bunu yapmaması gerektiğini biliyor ama yine de tezgahın arkasında yanında duran büyük bir plastik kaba uzanıyor ve iki plastik bardağa su doldurup çocuklara uzatıyor. Çocukları su içerken onları ağzını hareket ettirerek seyreden kıza bakıyor. Ona da bir bardak su veriyor. Onu su içerken izlemek adama acı veriyor. Öylesine acı verici bir şekilde susamış ki.
Kız ona plastik bir su kabı uzatıyor. Adam kabı dolduruyor. Genç kadın ve çocuklar yere su dökmediğinden emin olmak için onu dikkatlice izliyorlar.
Kız tekrar kitaba eğiliyor. Yavaşça okuyor. Paragraf onu öylesine büyülüyor ki tekrar okuyor.
“Varenka, siyah saçlarını kaplayan beyaz başörtüsüyle, etrafındaki çocuklarla neşeli ve güler yüzlü şekilde ilgilenirken, ve hoşlandığı adamdan gelmesini beklediği evlenme teklifi karşısında gözle görülür şekilde heyecan duyarken, çok çekici görünüyordu. Koznyshev yanından geçti ve ona hayranlık dolu bir şekilde bakmaya devam etti. Ona bakarken, onun dudaklarından işittiği tüm o sihirli şeyleri, onun hakkında bildiği tüm iyi şeyleri aklından geçirdi. Ona karşı beslediği duyguların çok nadir, daha önce sadece bir kez, çok çok uzun zaman önce, ilk gençliğinde hissetmiş olduğu duygular olduğunun daha da iyi farkına vardı. Onun yanında olmanın verdiği haz adım adım arttı ve öyle bir noktaya ulaştı ki, ince saplı ve kenarları yukarıya doğru kıvrılan bir mantarı onun sepetine koyarken gözlerinin içine baktı. Onun yüzünün memnuniyet ama biraz da korku dolu bir heyecandan kızardığını görünce zihni bulandı ve sessizce ona gülümsedi. Bu gülümseme çok fazla şey anlatıyordu.”
Tezgahın üzerindeki bu yazı yığını yanında eski dergiler, ve üzerinde bikinili kızların fotoğrafları olan gazete sayfaları duruyor.
Genç kadının, Hint dükkanındaki bu cenneti bırakıp köyüne doğru dört millik yola çıkma zamanı geldi. Zaman geldi… Dışarıda beklemekte olan kadınlar bağırıp çağırıyor ve şikayet ediyor. Ama Hintli oyalanıyor. Paçasına yapışan bu iki çocukla evine dönmenin bu kız için ne demek olduğunu biliyor. Onu büyüleyen bu bir parça düzyazıyı ona verirdi ama, koca göbekli bu sıska kızın o yazıyı anlayabildiğine gerçekten inanamıyor.
Peki neden Anna Karenin’in belki de üçte biri bu ücra Hint dükkanındaki bir tezgahın üzerinde duruyor? Şu nedenle:
Bir Birleşmiş Milletler üst düzey yetkilisi, birkaç okyanus ve deniz geçeceği yolculuğuna çıkmadan önce bir kitapçıda bu romanın bir kopyasını satın alıyor. Uçakta business class’ta otururken kitabı üç parçaya ayırıyor.
Bunu yaparken şaşkın bakışlara maruz kalacağını bilerek etrafına, diğer yolculara bakıyor. Şaşkın, meraklı ve birkaç da keyif dolu bakışla karşılaşıyor. Emniyet kemeri sıkıca bağlı şekilde koltuğunda otururken etrafındakilerin onu duyabileceği şekilde, “Uzun bir yolculuğa çıktığımda bunu hep yapıyorum” diyor. “Kocaman ağır bir kitap taşımak istemezsiniz.” Kitap ciltsizdi ama doğru, uzun bir kitaptı.
Bu adam konuşurken insanların kendisini dinlemesine alışmış. “Yolculuktayken bunu hep yapıyorum” diye itiraf ediyor. “Günler boyunca yolculuk yapmak zaten zor.” Ve tüm yolcular yerlerine oturur oturmaz, Anna Karenin’in bir parçasını açarak okumaya başlıyor.
İnsanların bazıları ona merakla, bazıları da umursamaz bir şekilde bakıyor. Onlara “Hayır, gerçekten, yolculuk yapmanın tek yolu bu” diyor tekrar. Romanı biliyor, seviyor ve bu orijinal okuma tarzı da, zaten bilinmekte olan bir kitaba biraz renk katıyor.
Kitaptaki bir bölümün sonuna geldiğinde, hostesi çağırıp o parçayı arkadaki daha ucuz koltuklarda seyahat eden sekreterine gönderiyor. Bu büyük Rus romanının bölümleri parçalanmış ancak okunabilir bir durumda uçağın arka kısmına her geldiğinde bu olay büyük ilgi, ayıplama ve tabi ki merakla karşılandı. Anna Karenin’i bu akıllıca okuma şekli bir intiba bırakıyor, hem de orada bulunan hiç kimsenin unutamayacağı bir intiba…
Bu arada, Hint dükkanındaki kadın, çocukları hala eteğine yapışmış durumda tezgahta durmaya devam ediyor. Modern bir kadın olduğu için kot giyiyor ama kotun üzerine geleneksek kıyafetinin bir parçası olan ağır, yün bir etek giymiş: çocuklar bu eteğe, kalın kıvrımlarına kolayca tutunabiliyorlar.
Kendisini sevdiğini ve kendisine acıdığını bildiği Hintli’ye teşekkür dolu bir bakış atıyor ve dışarıda uçuşan toz bulutları arasına karışıyor.
Çocuklar ağlıyor. Boğazları tozla dolmuş durumda.
Zordu… Ayaklarının altında yanıltıcı bir şekilde yumuşak duran toza tekrar ayak basmak gerçekten çok zordu. Zor, çok zor ancak o, zorluklara alışkındı değil mi? Aklı okumuş olduğu hikayedeydi. “O da aynı benim gibi” diye düşünüyordu.
“Beyaz başörtüsüyle o da çocuklarına bakıyor. Ben o kız, o Rus kızı olabilirdim. Ve o adam, o adam onu seviyor ve ona evlenme teklif edecek. (Bu tek paragraftan fazlasını okuyamamıştı) Evet bir adam gelecek ve beni, beni ve çocukları tüm bunlardan kurtaracak. Evet, beni sevecek ve bana bakacak.”
Yürümeye devam ediyor. Su kabı omuzlarında ağırlaşıyor. Devam ediyor. Çocuklar suyun kabın içinde çıkardığı sesi duyabiliyorlar. Yarı yolda duruyor ve kabı yere bırakıyor. Çocuklar sızlanarak kaba dokunuyorlar. Kabı açamayacağını çünkü içinin toz dolacağını düşünüyor. Eve varana kadar kabı açmasının hiç bir yolu yok.
Çocuklara “Bekleyin,” diyor. “Bekleyin.”
Kendisini toparlayıp yola devam etmesi lazım.
Düşünüyor. “Öğretmenim orada bir kütüphane olduğunu söyledi. Süpermarketten bile daha büyük bir bina, ve kitaplarla dolu.” Genç kadın yürümeye devam ederken gülümsüyor. Yüzüne tozlar esiyor. “Ben zekiyim” diye düşünüyor. “Öğretmen zeki olduğumu söyledi.” “Okuldaki en zeki öğrenci, öğretmen öyle dedi.”
“Çocuklarım da benim gibi zeki olacak.”
“Onları kütüphaneye, kitaplarla dolu o yere götüreceğim.”
“Okula gidecekler ve öğretmen olacaklar, öğretmenim bana öğretmen olabileceğimi söylemişti.”
“Buradan uzaklara gidecekler, para kazanacaklar.”
“Büyük kütüphanenin yakınlarında yaşayacaklar ve iyi bir hayatları olacak.”
O Rus romanının bir parçasının nasıl Hint dükkanındaki tezgaha geldiğini sorabilirsiniz.
Bu güzel bir hikaye olurdu. Belki bu hikayeyi bir gün birileri anlatır.
Masal mirası
Zavallı kız yola devam ediyor. Eve vardığında çocuklarına vereceği ve kendisinin de bir parça içeceği suyun düşüncesi onu ayakta tutuyor. Kurak Afrika’nın korkunç toz bulutları arasında yola devam ediyor.
Biz bu dünyada, bu tehdit altındaki dünyada şevksiz kalmış insanlarız. İroni ve alaycılık açısından gayet iyiyiz. Bazı kelimeleri ve fikirleri artık neredeyse hiç kullanmıyoruz. Öyle eskidiler ki. Ancak etkisini kaybetmiş bazı kelimeleri geri getirmek isteyebiliriz.
Mısırlılar’a, Yunanlar’a, Romalılar’a dayanan bir hazine evimiz, edebiyat hazinemiz var. Bu edebiyat hazinesi, onu bulacak kadar şanslı olan kişiler tarafından tekrar tekrar keşfedilmeyi bekliyor. Bir hazine… Olmadığını düşünün. Ne kadar yoksul ve boş olurduk.
Bir diller, şiirler, tarihler mirasına sahibiz ve bu miras asla tükenmeyecek bir miras. Her zaman orada olacak.
Kiminin adı bilinen, kiminin bilinmeyen eski masalcılardan kalma hikayelerden oluşan bir mirasımız var. Masalcılar, ortasında büyük bir ateşin yandığı ve yaşlı şamanların dans edip şarkı söylediği ormanlar kadar eskidir, çünkü masal mirasımızın kökeni ateşe, büyüye ve hayaletlere dayanmaktadır. Ve bugün de oradadır.
Herhangi modern bir masalcıya sorun. Bir an için, kendilerine, bizim ilham dediğimiz bir ateşin dokunduğunu size söyleyeceklerdir. Ve bu da bizim soyumuzun başlangıçlarına, ateşe, buza ve bizi ve dünyamızı şekillendiren büyük rüzgarlara dayanmaktadır.
Masalcı derinlerde, hepimizin içinde. Masalı yaratan her zaman bizimle. Varsayalım ki, dünyamızda büyük bir savaş çıktı veya büyük bir felaket oldu. Bu hepimizin kolayca düşünebileceği bir şey.
Sellerin şehirleri silip süpürdüğünü, denizlerin yükseldiğini düşünelim ... ama masalcı orada olacaktır çünkü bizi şekillendiren, besleyen ve var eden hayal gücümüzdür, yi günde ve kötü günde. Hırpalandığımızda, yara aldığımızda, hatta mahvolduğumuzda bizi yeniden yaratacak olan masallarımızdır, masalcılardır. Masalcılar, rüya yaratıcıları, efsane yaratıcıları bizim Anka kuşumuzdur. En iyi halimiz, en yaratıcı halimizdir.
Toz bulutlarının arasında ağır adımlarla ilerleyen ve çocukları için bir eğitim hayali kuran o zavallı kız... Gerçekten ondan daha iyi olduğumuzu mu düşünüyoruz? Bizler ki, tıka basa doyuyoruz, dolaplarımız ağzına kadar kıyafetlerle dolu ve aşırı bolluk içinde boğulmaktayız?
Bence, bizi, üç gündür yemek yememiş olduğu halde kitaplardan ve eğitimden bahseden o kız ve kadınlar tanımlamalıdırlar. (DL/EZÖ)