* Çizim: Murat Başol
İş insanı, hak savunucusu Osman Kavala’nın 18 Ekim 2017 tarihinde havalimanından gözaltına alınmasıyla ikinci kez başlayan Gezi davasında beraat kararı çıktı.
Savcı, sanıklar hakkında müebbet ve uzun hapis cezaları istemişti. Neye dayanarak ya da niçin bu cezaların talep edildiği meçhul değil aslında!
Gezi direnişine çeşitli davalar açıldı, soruşturmalar yürütüldü. Bunlardan en dikkat çekeni “örgüt kurmak” ile suçlanan Taksim Dayanışma Platformu’nun üyelerine yönelik olandı. İkinci kez yargılananlar arasında bulunan platform üyelerinden mimar Mücella Yapıcı, o davadan beraat eden isimlerdendi.
Gezi eylemlerinin üstünden dört yıl geçtikten sonra ortaya çıkan soruşturma ise ancak bir yıldan sonra dava aşamasına geçti. Savcılık iddianameyi ancak o sürede hazırlayabildi. Duruşmalar ondan sonra başladı. Hâl bu olunca Kavala ve ilk duruşmada tahliye edilen davanın diğer sanıklarından insan hakları savunucusu Yiğit Aksakoğlu cezaevinde neyle suçlandığını bilmeden geçirdi o süreyi. Tedbir amaçlı tutukluluk tüm dava boyu yargısız infaza dönüştü.
Hazırlanan iddianamede ise sanıklar hükûmeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmekle suçlanıyordu ama içinde tek bir somut delilin bulunmadığını daha başından beri hukuk insanları açıkladı. Daha önce benzer suçlardan beraat eden Mücella Yapıcı’nın hikâyesi zaten davanın kifayetsizliğini açıklamaya yetiyordu. Bir tuhaflıklar zinciriydi.
Tutukluluk hâli devam ederken Kavala’nın derhal serbest bırakılmasına dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararı Anayasanın 90. maddesine rağmen mahkemenin uygulamaması bunların en görüneniydi.
Dava esnasındaki en önemli hamle ise HSK (Hâkimler Savcılar Kurulu) tarafından geldi. Yargıçlar heyeti değiştirildi. Tutukluluğun devamı kararlarına şerh koyan yargıç görevinden el çektirildi. Yeni heyetin başkanı olan yargıcın duruşmalardaki dili ise yurttaşların politikalarını protesto ettiği hükûmetin aktörlerininkiyle aynıydı: Gezi eylemlerini “vandallık” diye niteleyivermişti.
Diğer gelişme ise Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünden mesul polis memuru Mevlüt Saldoğan’ın “mağdur” sıfatıyla davaya dâhil edilmesiydi. Saldoğan, 2016 yılında çıkan KHK ile salıverilmişti.
İçi boş iddianamelerle Gezi davasından hapis yatan Osman Kavala’nın Anayasa Mahkemesi başvurusu reddedilmişti ama bir KHK yetmişti işte bir gencin ölümüne neden olan polis memurunun salıverilmesine.
Gezi’ye beraat kararı bu cenderede “sürpriz” oldu kamuoyu için.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “derhal serbest bırakılmalı” dediği Kavala’nın tutukluluğunun 840. gününde geldi beraat.
Yiğit Aksakoğlu ilk duruşma gününe kadar 221 gün tutuklu kalırken, tutuksuz yargılanan sanıklar ise her an tutuklanma tehdidi altında bırakıldı…
Gezi direnişi daha başından beri “dış güçlerin müdahalesi”, “üst aklın işi” hatta “darbe” olarak kodlandı iktidar tarafından. Öyle anlatıldı. Barışçıl demokratik bir gösteri olduğu biline biline, etrafa verilen zarar ön plana çıkarıldı. Camide içki içildiğini söylediler müezzin yalanladı. Kabataş’ta başörtülü bir kadına saldırıldığını, ellerinde görüntüleri olduğunu iddia ettiler, tutmadı. Mesela yurttaşların polise gül vermesi, kitap okuması bile “suç” sayıldı. Çevreye, doğaya zarar veren, projelerini ağaçları kesmekle yürüten, yasakçı uygulamaları, dayatmaları artan hükûmetin protesto edildiği gerçeği ört bas edilerek dilsel ve fiziki şiddetle gerginlik hep tırmandırıldı. Çocuklar, gençler öldü. Gözünü kaybedenler, sakatlananlar oldu. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile yoğun polis şiddetine karşı “orantısız güç” uyarısı yapmak zorunda kalmıştı ki, Gezi davasının görüldüğü gün yayınlanan röportajda “Gezi ile gurur duyduğunu” söylediğini dile getirdi. Ancak Erdoğan bugüne kadar özeleştiri yapmak bir yana hep intikam almanın üzerinde yürüttü/yürütüyor siyasî kariyerini.
Nitekim Türkiye’de toplumun, demokrasinin, medyanın, kurumların, siyasetin, ideolojilerin bir dönüm noktası, AKP’nin ise her açıdan sınavı niteliğindeydi Gezi.
Eylemlere verdiği reaksiyonla anti-demokratik imajını pekiştirmiş siyasî erkin barışçıl yollarla demokratik hakkını kullanmış olan, kullanmak isteyen yurttaşa, sivil topluma -yeni hak ihlallerine yol açmak pahasına- gözdağı verme ve gelecek adına umutları karartma çabası, beraatla şimdilik boşa çıktı.
Doğayı, hayatı, geleceği, özgürlüğü; Gezi’yi savunmak, ağaca sarılmak, tartışmak düşünmek, dayanışma göstermek, arkadaş olmak, kitap okumak, konser vermek, mizah yapmak ya da hiçbir şey yapmadan öylece durmak suç olamazdı. Hiç haklı olabilir miydi en azından anayasa ile güvence altına alınmış, demokratik hakkını kullanan insanların cezalandırılması?
Onca eziyete ve geç gelen adalete rağmen sevinebilir miydik? Hayat o badirelere karşın sevinci de müjdelerdi bir gün. İyi günler için. Şifa niyetine. Ama bir şey vardı yine insanı huzursuz eden. Mutlu anında bile inceden. Sevinçte kıvançta bile akla takılan nedenli nedensiz bir şey…
Tamam, beraat kararı bir nebze olsun vicdanları rahatlatmıştı ama…
Unutmamalı ki dava sürecinde HSK mahkeme heyetini değiştirme cüretini de göstermişti. Buna istinaden avukatlar “doğal hâkim” ilkesi ortadan kaldırıldığı gerekçesiyle reddi hâkim talebinde bulunmuştu.
Karar beraat değil aksi yönde de olabilirdi.
Selahattin Demirtaş’ın, belediye başkanlarının, insan hakları savunucularının, gazetecilerin, yazarların ya da “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla yurttaşların yargılandığı daha yüzlerce dava var.
Mahkemelere gölge düşürüldüğü bir ortamda yargıya nasıl güven duyulabilir?
Çok geçmedi zira… Osman Kavala için başka bir soruşturma indirildi raftan. Beraat ile sonuçlanan bir dava kapsamında yıllarca hapis yatmasının, ithamlarla masumiyet karinesi ilkesinin ihlal edilmesinin hesabını kim nasıl verecek diye düşünürken bu kez 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin yürütülen bir soruşturma gerekçesiyle tutuklandı.
İntikam hırsıyla hareket eden iktidar mahfillerinin, partili gibi hareket eden polis ve yargı elemanlarının uyduramadığı şeyler de var. Şöyle ki dönemin il valisinin, polis müdürlerinin, meydanda çadırları yaktıran emniyet müdür yardımcılarının 15 Temmuz sonrası kamudan ihracıyla, yargılanmalarıyla Gezi’yi “FETÖ projesi” diye açıklamaya başladılar.
“Gezi’nin finansmanı” diye suçladıkları Kavala’nın yargılandığı ikinci davanın iddianamesi, “FETÖ” soruşturmaları kapsamında aranan savcı Muammer Aktaş tarafından hazırlanan ilk iddianamenin kopyasıydı. Dahası Aktaş, telefon dinlemeleri de yapmak suretiyle Gezi’ye soruşturma başlatan ilk savcıydı.
Delil diye iddianameye giren o dinlemelerden Osman Kavala’yı aylarca cezaevinde tuttular. Tam beraat etmişken, “bir FETÖ soruşturması” ile yeniden tutukladılar.
Makinist filmi yeniden başa sardı.
Kanunla kurulmuş mahkemeler yerine yeni “mahkemeler” kurarak, yargıçları görevden uzaklaştırarak, itham edici söylemlerle insanları hedef göstererek, masumiyet karinesini ihlal ederek nasıl âdil yargılama yapılabilecek bu memlekette? Herkesin beklediği adalet ne zaman gerçekleşecek? (SE/AS)