Fotoğraflar: Murat Bayram
Tarih 12 Şubat 1999. Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül töreninde bütün salon birden ayaklanmış, çatallar, bıçaklar, küfürler, 10. Yıl Marşı eşliğinde, “Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum” diyen Ahmet Kaya’ya yönelmişti. Bu sözleri nedeniyle o gece linç edilmek istenmişti Ahmet Kaya.
Daha sonrasında hakkında çıkan iddialar yüzünden çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Sürgüne gittiği Paris'te 16 Kasım 2000'de geçirdiği kalp krizi sonucu ardında hala milyonlarca insan tarafından dilenen iki yüze yakın şarkı bırakarak yaşama veda etti.
Bugün Ahmet Kaya’nın ölümün 19. yılı. Ölüm yıl dönümü yaklaşırken, eşi Gülten Kaya ile Ahmet Kaya’sız geçen bunca yılı konuşmak için bir araya geldik.
Aradan geçen 19 yıl için “Çok zor ve zorlayıcı geçti. Çünkü bu sadece bir eş kaybı değildi” diyen Kaya, her şeyin hala dün gibi canlı olduğunu hem sözleriyle hem de mimikleriyle belli ediyor.
Yaşatılan hiçbir şeyi unutmuş değil Gülten Kaya, alışmış da değil. O yüzden söz konusu gecede Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatan isimlerin sonradan özür dilemesini de “Özür neden dilenir? Bir daha aynı hatanın asla olmaması adınadır. Fakat yapılan şeyin telafisi yok. Hem de bugünden baktığınızda değişen gelişen bir şey de yok. O Kürt refleksi aynı yerde duruyor” sözleriyle anlatıyor.
Ahmet Kayasız 19 yılda neler yaşadığını, Ahmet Kaya’nın linç edildiği o günden bu güne Türkiye’de neler değiştiğini, Ahmet Kaya’nın mezarının Türkiye’ye getirilip getirilmeyeceğini Gülten Kaya bianet'e anlattı.
“Ahmet’siz 19 yıl çok zor geçti”
Gülten Kaya için Ahmet Kaya’sız 19 yıl nasıl geçti?
Çok zor ve zorlayıcı geçti. Çünkü bu sadece bir eş kaybı değildi. Aynı zamanda bir sanatçının yok sayılması, onun sanatı üzerinden bıraktığı boşluk, sistem ve medya tarafından hırpalanması, bunun sokağa yansımaları söz konusuydu. Dolayısıyla yaratılan portrenin manipüle edildiğini dile getirmek ve bunun mücadelesini bireysel yürütmek, zorlayıcıydı. Hem duyduğunuz eksiklik ve boşluk, hem Ahmet Kaya üretimini devam ettirmek, tekrar onu sokakla buluşturmak, yok sayılma tavrına direnmek; yani onun yokluğundaki mücadele süreci çok yönlüydü. Başımı kaldırmadan çalıştım diyebilirim. İyi ki de böyle oldu, belki bu süreci bu şekilde geçirdiğim için kendimi şimdi daha iyi hissediyorum. En azından yapılması gerekenlerin çok az da olsa bir kısmını yaptığımı düşünüyorum.
‘Benim Ahmet Kaya'm görkemliydi, dağdı, yoldaştı’
Herkesin bir Ahmet Kaya’sı var. Ama Gülten Kaya’nın Ahmet Kaya’sı çok fazla bilinmiyor ya da çok az biliniyor. Gülten Kaya’nın Ahmet Kaya’sını anlatır mısınız?
Eğer insanlar Gülten Kaya’nın Ahmet Kaya’sını tanısalardı; şimdi Ahmet Kaya’nın eserleriyle dokunduğu, onu sevenlerin sayısı nedir bilmiyorum ama o sayı çok daha fazla olurdu. Çünkü herkes sanatçı Ahmet Kaya ya da muhalif Ahmet Kaya kimlikleriyle tanıştılar. Oysa bu kimliklerini sağlayan arka plandaki insan çok muhteşemdi. Eş, baba, yol arkadaşı olarak çok özel bir insandı. Galiba öyle olduğu için güçlü ve onurlu devam edebiliyorsunuz.
Bir de bizim gibi insanların beraberliklerinin temeli bambaşkadır, karşılaştırma yapmak istemem ama tipik evliliklerdeki gibi değildir. Altındaki zeminde; dünyaya aynı bakış, aynı yorumlama, ütopyalarınızın aynı olması, birlikte üretebilmenin hazzı, bunu pekiştiren duygu ve daha birçok duygudan kaynaklı kutsiyet atfettiğim bir beraberlikti.
Dolayısıyla benim Ahmet Kaya'm herkesin Ahmet Kayasından daha görkemliydi; yoldaştı, dağdı, her şeydi. Aynı zamanda çocuğum gibiydi çünkü gerçekten içinde bir çocuk vardı. Bu cümle çok kullanılır belki ama ben bunu onda gördüm: İçinde bir çocuk yaşatıyordu. Hayatı dolduran ve çok tamamlayan bir tarafı vardı. Ahmet’i mutfakta yemek yaparken, çocuklara aldığı oyuncaklarla oynarken, inanılmaz mizah yaparken de görebilirdiniz. Tek tip değil yani, anlatması çok zor.
“Dışarıda başkaldıran adam ama içerde naif bir ruhtu”
Ahmet Kaya'yı tanıyanlar duygusal bir yapısı olduğunu söylüyorlar, öyle miydi?
Çok… Benim kendisinden öğrendiğim çok güzel erdemler var. Onun bağışlayıcılığı, özür dileme tavrı, börtü böcekten bile özür dileyecek kadar tevazu sahibiydi. Ben daha dik başlı, daha dik kafalı, öyle algılanırım. O da tam tersi daha dengeleyen daha çok yönlü bakabilen, hoş görülü ve bağışlayıcıydı. Dışarda Ahmet Kaya ama içerde bambaşka naif bir ruh. Dışarda bağıran çağıran, başkaldıran adam başkaydı. Bizim hayatımızdaki Ahmet o değil.
“Ahmet de abim de sokaktan beslenirlerdi”
Ahmet Kaya ile katıldığınız bir televizyon programında: ‘Ben Gülten’i çok seviyorum ama halkımı Gülten’den daha çok seviyorum’ diyor. Bunu söylediğinde ne hissediyordunuz?
Bu çok güzel bir cümle. Bir klip çalışması sırasında: ‘Seni halkım kadar sevdim’ diye bir duvar yazısı yazmıştı kendi elleriyle. Aslında bu birbirinden ayrıştırılan bir sevgi biçimi değil. Hepimiz o halk kavramının bir parçasıyız aynı zamanda. Bir taraftan ‘Halkımı senden çok sevdim’, bir taraftan ‘Seni halkım kadar sevdim.’ Çok birbirilerini tamamlayan şeyler. Çünkü toplumcu bir sanatçı sadece bireysellikten yola çıkarak üretemez. Toplumcu gerçekçi bir yerde duruyorsanız, hayata oradan bakıyorsanız orada sizi var eden başka bir şey var: İçine doğduğunuz kültür, coğrafyanız, kimliğiniz vb. sanatçı tüm bunlardan beslenir.
Sokak, Ahmet ve abim Yusuf Hayaloğlu için muazzam bir esin kaynağıydı ve sokaktan çok beslenirlerdi. Onların şarkılarında sokaktan portreler vardır. O kadar yaşayan portrelerdir ki, insanlar onları gerçek zannederler, gerçekten yaşadıklarını ve tanıdık insanlar oldukları düşünürler ama hayır değil. Onlar sadece sokaktan beslenmenin sonucu ortaya çıkan portreler. Üretim ve sokak dediğiniz de hepimizi kapsıyor. Özetle bu sevgi halleri birbirinden ayrı değil.
“Türkiye fonunda ne varsa, Ahmet’in şarkılarında da onlar var”
Ülkücüsünden solcusuna, farklı uçlarda duran insanların çok sevdiği ve hala en çok dinlenilen listelerinde yer alan bir isim Ahmet Kaya. Farklı kesimler tarafından seviliyor olması, sözünü ettiğiniz ‘sokaktan beslenme’ halinden mi kaynaklanıyor?
Bunun birçok nedeni var. Toplumcu gerçekçi bakıştan bakarsak eğer, Ahmet Kaya öyle yaşamıştı. Kendi yaşadığı döneme tanıklıklarını eserlerine yansıttı. Bu bir etkilenme hali, sipariş duyguyla olabilecek bir şey değil. Dolayısıyla Ahmet Kaya şarkılarında Türkiye’deki dönemler vardır. 12 Eylül, 90’lar, kayıplar, faili meçhuller, evladını arayan anneler, Kürt savaşı… Türkiye fonunda ne varsa, Ahmet Kaya’nın şarkılarında da onlar var. Üretebildiği yıllar kısa bir dönemdir ama bize o tanıklıkları aktarmıştır. O toplumsal dönemlerde de her kesimden mağdurlar var. Mesela Mamak’ta devrimci de vardı, ülkücü de vardı. Her iki tarafın annesinin acısı da aynıydı.
Aynı zamanda Ahmet Kaya’da bir sahicilik vardı. Hissettiğini olduğu gibi dışa vuran ve üreten birisiydi ve en önemlisi Ahmet Kaya çok iyi bir demokratik kültür portresiydi. Demokratik kültür dediğimiz kavramı çok içselleştirmiş, hep öncelikle, ötekine bakan bir göze, akla ve kalbe sahipti. Kaba politik tutumlar almazdı, öyle kaygılar da gütmezdi. Haksızlığa uğrayanın kimliği Ahmet’i ilgilendirmezdi, onun için önemli olan haksızlığa uğramış olmasıydı. Bu nedenle herkeste Ahmet’i bir sahiplenme tavrı doğuyor.
Ahmet Kaya, hem muhalif, hem tanık, hem itirazları var, hem çizgiyi bozuyor hem de selama durmuyor, bütün bunlar onu farklı kılıyor. Böyle olup kendini benimsetmek çok özel bir durum.
“Gerçek sanatçı kalıyor, giden biz ölümlüler oluyoruz”
Ahmet Kaya’yı sadece şarkılarından bilen ve şu an 19-20 yaşlarında olan gençlerin de Ahmet Kaya’ya ilgisi oldukça fazla. Youtube videolarının altına şarkılarının ne kadar güzel olduğunu ve tanımamış olma talihsizliğine olan sitemlerini yazıyorlar. Bunları görüyor musunuz, size ne hissettiriyor?
Evet, yaş ortalaması çok düştü, bunu gözlemleyebiliyoruz ve onlarla ilişki içindeyiz. Bir kez daha gerçekten sanat üretenler ile dünyevi olanlar arasındaki farkı görüyorum. İyi sanat, doğru sanat kendisini kuşaklar arası taşıyor, bazılarımız buna aracılık ediyoruz.
Pir Sultan Abdal’ın o gün arkasında reklam şirketi, yapım şirketi yoktu. Ama kendisini bugüne kadar taşıdı. Yüz yıllar öncesindeki edebiyatçılara, heykeltıraşlara, ressamlara bakın hala yaşıyorlar. Dolayısıyla gerçek sanat ve sanatçı bu tarafta kalıyor, giden biz ölümlüler oluyoruz.
Aşık Mahsuni Şerif bir gün bir yerde misafir oluyor. Çay ikram ediliyor, önce Mahsuni’ye uzatıyorlar. Diyor ki; ‘Önce siz buyurun’, ‘Olur mu efendim siz buyurun, siz misafirsiniz’ diyorlar. Mahsuni: ‘Olur mu biz Ozanız siz misafirsiniz’ cevabını veriyor. Bu hakikaten doğrulanmış bir şey, onlar Ozan, yaratıcı; misafir olan bizleriz. O nedenle Ahmet’in yeni kuşaklar tarafından dinlenmesi şaşırtıcı değil.
Bir sistem topyekûn bir sanatçısının üstüne gidiyor, onu haritadan silmeye çalışıyor. Fakat aşağıdan bir damardan kan yürüyor ve o yaşamı devam ettiriyor. Bu en güzel tarafı.
20 sene önce ‘vatan haini, bölücü, şerefsiz, Kürt diye bir şey yok’ manşetlerinin atıldığı, linç edilen bir insandı Ahmet Kaya. Sokakta, televizyonlarda albümleri kırılıp parçalanırdı. Ama bugün yeni kuşak Ahmet Kaya ile tanışıyor, anlıyor ve çok seviyor.
“Bu coğrafyada toplumsal gelişme çok ağır seyrediyor”
Ahmet Kaya Kürtçe şarkı söyleyeceğini dile getirdiği için linçe maruz kaldı. Geçtiğimiz aylarda 19 yaşında Şirin Tosun adlı bir genç Kürtçe konuştuğu için linç edilerek öldürüldü. Bugün hala bunların yaşanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Geçtiğimiz 20 yıl içinde Ahmet Kaya şarkıları dinleyenler dövüldüler, gözaltına alındılar, tutuklandılar. Dünyanın başka yerlerinde gelişme, kendi olağan seyri içinde olabiliyorken, bu coğrafyada toplumsal gelişme çok ağır seyrediyor. Kendisi dışındaki dillere, yaşam biçimlerine, cinsiyetlere, kültürlere saygıyla bakabilmek, demokratik bilinç ve kültürden gelir. Bu coğrafyada bunun önünde bir direnç var, bunun gelişmesi istenmiyor.
Mesela; İmparatorluk sonrası teba olmaktan yurttaş olmaya geçmeye çalışan bir toplum var. Ezberlerin dayatıldığı bir toplum. Karmaşık tarihsel bir süreç içinde ötekinin varlığı onun kabulü ve ona olan saygı geliştirilememiş. Çünkü devletin tekleştirme politikası çok iyi işletilmiş; ‘Herkes Türktür’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Türkiye Türklerindir’ gibi kavramlar çok zehirleyici ve manipüle edici kavramlar. Resmi tarih bu anlamda da büyük oranda yalancı bir tarih.
1999 yılında milenyumun eşiğinde, bir ülkenin “sanatçılarıyız” diyenler, “Kürt diye bir şey yoktur” diye bağırıyorlar. Belki kendilerinin sahnede söyledikleri şarkı, türkü bile Kürtçe'den Türkçe’ye çevrilmiştir. Bunun bile farkında ve bilincinde olmayıp kendine sanatçıyım diyenler var bu ülkede. Bu çok hazin. Dolayısıyla ülkenin dinamiklerine bakarak geldiğimiz noktayı açıklamak mümkün. Medya dinamiği gibi, sanat dinamiği gibi. Bu alanlara baktığınızda zaten görebiliyorsunuz. Gazetenin logosu “Türkiye Türklerindir.” Ermeni’ye, Rum’a, Kürd'e, cinsiyet farklılıklarına, kadına bakış belli. Bunlar hep kolay yönetebilme halleri.
Ayrıca gen değişmiyor. Bu ülkede ‘Kürt halkı vardır, Kürt kültürü vardır, Kürt dili vardır, fakat bir üst vatandaşlık kimliğiyle herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır’ şeklinde sokağa bilinç empoze eden bir tane yayınla karşılaştınız mı? Ben 60 yaşına geldim, karşılaşmadım. Devletin eğitim politikaları dışlayıcı ve ötekileştirici şekilde olduğunda sokakta linç de oluyor.
“Özürlerle ilgilenmiyorum ve etkilenmiyorum”
Sanatçıların tutumundan konu açılmışken; o gün Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatan ya da hakaret edenler daha sonra özür dilediler. Özür dilenmesi sizi tatmin etti mi?
Hiç ilgilenmiyorum, bana göre; o tavrın adı cahil cüreti. O davranışın altında gerçekten sahiden bir entelektüel kültür, bakış açısı gibi bir şey olsa üzülebilirim. Ama böyle bir durumda insan sadece acıyor. Bir kültürün, dilin ve bir halkın farkında olmayıp, ‘Bu vatan bizim, ellerin değil’ derken ki, cehaleti görmek acınası bir durum. Çünkü vatan kimin meselesinin içini açtığınızda çok mahcup olurlar: Kim bu coğrafyanın asli unsurları?
Biraz açıp tarih okusalar, kültüre, sanata bir baksalar, ne nereden geliyor, bir öğrenseler, bu ezberlerden bir kurtulsalar, o zaman bu acınası hallerin içine düşmeyecekler. Bu nedenle özürlerle ilgilenmiyorum ve etkilenmiyorum.
Özür neden dilenir? Bir daha aynı hatanın asla olmaması adınadır. Fakat yapılan şeyin telafisi yok. Hem de bugünden baktığınızda değişen gelişen bir şey de yok. O Kürt refleksi aynı yerde duruyor.
Sanki bir bildirge yayınladılar ve ‘Sistem bugüne kadar bize başka şeyler ezberletmiş, biz Kürt gerçeğinin farkında değilmişiz’ mi dediler? Yine karşılaşsalar belki yine aynı şekilde davranacaklar. Çünkü bir entelektüel altyapınız yoksa her döneme göre şekillenirsiniz. Barış süreci olur, birkaç kişi Kürtçe şarkı söylemeye kalkar, savaş süreci olur tekrar geri adım atarsınız.
Bir insanın kendi kimliğini ifade etmesi üzerinden bir hayat paramparça ediliyor. O hayatın içinde büyüyen, onların büyütecekleri çocukların da hayatı paramparça ediliyor.
“Melis bu ülkeye kırgın ve incitilmiş bir çocuk”
Kızınız Melis Kaya, çok uzun yıllardır Paris’te yaşıyor. Orada yaşamayı tercih etmesi, Türkiye’ye duyduğu öfke mi, yoksa babasının yanında olma isteği mi?
İçinde hepsinin var olduğunu düşünüyorum. Babasının Paris’te kaldığı dönemde gözlemleri ve tanıklıkları oldu. Sürgün hayatına dair bir algısı oluştu. Bu ülkeye kırgın ve incitilmiş bir çocuk, incitilmişliği telafi edilememiş bir çocuk. Birkaç yıl önce bir yazı yazdı Melis ve ‘Babamı incitmekten yorulun artık’ dedi. Bu ülke üzdü, kırdı, incitti. Tabi ki gelip gidiyor ama orada yaşıyor.
Aynı zamanda Kürt bir anne babadan olan bir çocuk olarak, burada kendi kültürel aidiyetinin de hala yok sayıldığını görüyor. Hele oradan baktığında dehşetle görüyor. Bütün bunları göre göre duygusal bağlarınız da zarar görüyor maalesef.
“Biz sıraya giren insanlar değiliz”
Ahmet Kaya, bugün yaşasaydı diye başlasam siz bu cümlenin devamını nasıl getirirsiniz?
43 yaşına kadar tanıdığımız Ahmet Kaya neydiyse, bugünkü Ahmet Kaya da aynı olurdu, derim. Çünkü bu bir varoluş biçimidir. Bir gün bu şekilde yapılan bir tartışmada bir arkadaşımız ‘Gülten Kaya’ya bakın anlarsınız, Gülten Kaya nasıl yaşıyorsa, nasıl bakıyorsa, Ahmet Kaya’da öyle bakardı’ demişti.
Yine giderdi Cumartesi Annelerinin yanında otururdu. Yıkılan Sur’da Cizre’de olurdu. Bugün zulüm gören kim varsa, onlara dair sözünü söylerdi. Biz sıraya giren insanlar değiliz bizi kimse sıraya sokamaz.
“Yılmaz Güney ile Ahmet’in arasında çiçek köprüsü kurdum”
Her yıl 16 Kasım’da Paris’tesiniz. Anmalar nasıl geçiyor?
Evet, 19 yıldır her 16 Kasım’ı orada geçiriyorum. Bu yıl da orada olacağım. Ama biz bir organizasyon yapmıyoruz. Paris Kürt Enstitüsü’nün bir organizasyonu oluyor ben de ona katılıyorum. Sanatçılar söz konusu olduğunda –bu durum abim Yusuf Hayaloğlu için de geçerli- o güne has bir şey organize etmek bana çok anlamlı gelmiyor. Çünkü sanatçılar her an anılıyorlar, her an hayatın ortasındalar unutulmuyorlar ki anılsınlar.
Her gittiğimde Yılmaz Güney’i de ziyaret ederim. Ahmet’ten bir çiçek çalar Yılmaz Güney’e götürürüm. Yılmaz Güney’den bir çiçek çalıp Ahmet’e getiririm. Aralarında bir çiçek köprüsü kurdum.
"Neyi yaptığımda bu ona iyi gelir diye düşünüyorum"
Ziyaretlerinizde neler anlatıyorsunuz, yaptığınız işleri paylaşıyor musunuz?
Bizde çok gelişmiş bir empati duygusu var. Ahmet yaşarken de bu böyleydi. Ahmet’in kaybından sonra bu daha da gelişti.
Mesela bir iş yapacağım zaman Ahmet, nasıl olmasını isterdi, ne yapılmasını isterdi. Neyi yaptığımda bu ona iyi gelir diye düşünüyorum. ‘Bir Eksiğiz’ diye bir albüm yaptık. Bambaşka skalalardan müzik insanlarının saygı duruşuydu o albüm.
Meseleye dışardan bakanlar, ‘Bu insanlarla Ahmet Kaya müziğinin ne alakası var’ diyebildiler. Bu çok saygısızca bir davranış, Ahmet’i tanıyan benim, onunla empati kuran, onun ne isteyeceğini en iyi bilen benim, bunun Ahmet’e ne kadar iyi geleceğini hisseden benim. Tanımadığım, hiç tanışmadığımız, hiçbir zaman bir araya gelmediğim insanlar; çok rahatlıkla ve çok pervasızca ‘Gülten Kaya bunu niçin böyle yapıyor, bu böyle olması gerekiyor’ diyebiliyorlar. Bu büyük bir hadsizlik. Ben 20 yıldır kimsenin koluna girmeden, kimsenin de koluma girmesine izin vermeden yol yürümüş bir insanım.
Mesela, Cumhurbaşkanlığı sanat ödüllerini almaya gittiğimde buna kendi irademle karar verdim. Kendi stratejileriyle karar veren bir insan olarak, düşerim, kalkarım, bunlar mümkün ama ben yanılmam. Çünkü ben bu ülkeyi doğduğum günden itibaren elimde olmayan bir varoluş biçimiyle kavramış birisiyim. Kürdüm, Aleviyim, kadınım, muhalifim, azınlığım, sosyalistim bunlar üzerinden bu ülkeyi çözmüş bir insanım.
Ben ödülü alırken ‘Ahmet Kaya Kürt kimliği üzerinden linç edildi. Bu ödülü Ahmet Kaya şahsında Kürt halkına uzatılan bir el olarak algılıyorum ve ben de o eli sıkmaya geldim’ demiştim. Ödül aldığım dönem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü, o zaman başkanlık sistemi yoktu. Öyle olsun ya da olmasın cumhurbaşkanlığı konumu tarafsızlıkla tanımlanan bir konumdur.
Şimdi ödülü iade etmesi gerekiyor diye çok hadsizce konuşanlar var. Ben bunlara; ‘Siz kimsiniz, hikmetiniz kerametiniz nedir ki, bu önermelerde bulunma hakkını kendinizde buluyorsunuz?’ demek istiyorum. Eğer bir varlık gösterecektiyseniz sistem Ahmet Kaya’yı yok ediyorken sesinizi yükseltecektiniz. Sizler günahkârlarsınız, hiçbir değeriniz yok gözümde. Danışmadığım, danışma ihtiyacı duymayacağım hiç kimse bana dair cümle kurmasın, kimseye böyle bir hak tanımıyorum. Aklını kullanma yeteneğine sahip olamayanlar çok yorucu oluyorlar sahiden.
"Ahmet'in Türkiye'ye getirmek onu incitir"
Son olarak, Ahmet Kaya’nın mezarını Türkiye’ye getirmeyi düşünüyor musunuz? Daha önceki röportajlarınızda, getirmeyi düşünebileceğinizi söylemişsiniz, fikriniz değişti mi, hala aynı mı?
Asla, hiçbir zaman, sonsuza kadar. Yani ben yaşadığım sürece asla. Sevenleri bunu anlamakta zorlanıyorlar, burada olmasını en çok ben isterim ama ben bile buna katlanıyorsam herkes katlanacak. Bu resmi, yalancı tarih üzerinden bakıldığı zaman, bu ülkede tarih yok ediliyor, hafıza siliniyor, arşiv yok ediliyor. Halkların varlığı, kültürü yok sayılıyor, kabul edilmiyor. 50 yıl, 100 yıl sonra bugünlere bakıldığında 99 yılında bir sanatçı, anadili olmayan bir dilde yıllarca üretim yapıp, sonra anadilinde bir şarkı söylemek istediğinde ona bunca zulüm yapıldı mı? Yapıldı. Ülkenin mahkemeleri yargılayıp cezalar verdi mi? Evet. Linç edildi mi? Evet. Sürgün yaşadı mı? Evet. Bütün bunlar tarihe not düşüldü ve ben bugün mezarını buraya getirdiğimde tarihe düşülen bu notu silmiş olmaz mıyım?
Yüz yıl sonra burada bulunan bir Ahmet Kaya mezarı üzerinden hiçbir şey sorgulanmayacak. O zaman da bütün bu yaşadıklarımızın anlamı kalmayacak. Eğer bize bunlar yaşatıldıysa; bir anlamı da olmalı, o anlam da bu sayfayı kapatmamak, bu notu silmemek, sorgulanmasını sağlamaktır.
Bir daha hiç kimseye bunun yaşatılmaması adına bu utanç orta yerde açık durmalı ki hesaplaşılsın yüzleşilsin. Bir de hangi ülkeye, nereye getiriyoruz? Ahmet’in bin kere tekrar ettiği bir cümlesi var: “Ben tam demokratik ve gerçekten bağımsız bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum” diyor. Altını çiziyorum yaşama! Hani öyle bir ülke, yok öyle bir ülke. Sokaklarında özgürce dolaşamadığı ülkesine, omuzlar üzerinden getirmenin ne anlamı var? Bunun düşüncesi bile çok üzüyor beni. Uğruna hayatını verdiği dil hala yok sayılıyor, onun önemsediği, kutsadığı tüm değerler yerle yeksan. Her şey bir yana böyle bir yere getirmek onu incitir. (RT)