Hasan Ocak'ın kaybedilişi21 Mart günü gözaltına alınan Hasan Ocak’ın Formun Üstü cansız bedenini köylüler 26 Mart 1995'te Beykoz Buzhane Köyü Dedeler Mevkii'nde görmüşlerdi. Ailesi, 15 Mayıs 1995'de Adli Tıp Kurumu kayıtlarından Hasan'ı teşhis etti. Ölüm nedeni tel veya iple boğulma olsa da, yüzü tanınmaması için parçalanmış ve vücudunun her yerinde işkence izleri fotoğraflanmıştı. Aile, tanıklara da başvurarak, Ocak'ın en son Terörle Mücadele Şubesi'nde görüldüğünü duyurdu. Otopsi raporu da Ocak'ın boğularak öldürüldüğünü ortaya koydu. Anne Emine Ocak'ın başvurusuyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) Türkiye'yi yaşam hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle Temmuz 2004'de 25 bin Euro manevi tazminata mahkum etti. |
* 17-31 Mayıs tarihleri 1996’da İstanbul’da gerçekleşen 1. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nda alınan kararla Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası olarak kabul edildi.
Hasan Ocak 30 yaşındayken 21 Mart 1995 günü gözaltına alındı. Ailesi, arkadaşları, insan hakları savunucularının 55 gün süren mücadelesi sonucu Ocak’ın işkenceyle öldürülmüş bedeninin Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğü açığa çıktı.
27 Mayıs 1995 Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda saat 12.00'de kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları "Gözaltındaki kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın" talebiyle ilk kez oturma eylemi yaptığında Ocak ailesi de oradaydı.
Ocak kaybedildiğinde 8 yaşında şimdiyse 26 yaşında bir üniversite öğrencisi olan yeğeni Dilcan Acer ile konuştuk.
Acer, “Dışarıda ortalama her çocuğun yaşadığı gibi bir süreç, evden içeriye adımını attığın an devletle çıplak şekilde karşı karşıya kalmış bir ailenin kızıydım” dediği o günleri; çocukluğundaki üzgünlüğün zamanla öfkeye dönüştüğünü; o yılların, gördüğü, tanık olduğu devlet şiddetinin hayatına bıraktığı etkileri anlattı.
“Dayım türkü söyler, bizle boğuşurdu”
Hasan Ocak, dayınız, nasıl biriydi?
Dayım, çok sevimli biriydi, fotoğraflarındaki gibi güleçti. Biz yeğenleriyle çok oynardı, boğuşurdu. Özel günlerde türkü söylerdi. Bize üçkağıtçı, domuzcuk diye isimler takar, telefonda bile “Domuzcuk ne haber?” derdi. Bizle, genel olarak çevresiyle, ilgiliydi.
Ama çok zaman geçiremedik haliyle.
O günü nasıl hatırlıyorsunuz?
8 yaşındaydım. Bayrampaşa’da yaşıyorduk. Aileden biri telefon edip haber verdi. Annem ağlamaya başlayınca ben de korkarak ağlamıştım. Annem hızlıca “Hasan dayını bulamıyorlarmış” diyerek çıkmıştı evden.
“Korku duvarı yıkılır ya, öyle bir dönemdi”
Böylece aile için arayış süreci başladı…
"Annem ve dayım. Piknikteyiz. Dayımı son gördüğüm gün." |
Birden Hasan dayım yok oldu. Kimse öldüğüne inanmıyordu ilk zaman, bulabileceğimize inanıyorduk. Çok hızlıca arama çalışmaları başladı.
Hasan dayım, çocukluğumun sevimli insanı, aynı zamanda bu ailenin mücadele tarihinde önemli bir miat. Ailede herkes öncesinden de örgütlü, çeşitli şekilde mücadele etmişti ancak Hasan’dan sonra bu acıyla karışık çok büyük bir öfkeye dönüştü. Çok büyük bir kayıp vardı. Bazen korku duvarı yıkılır ya, o öyle bir dönemdi.
55 gün süren arayış sürecinde aile fertleri iş yerlerini kapattılar, CHP’yi işgal ettiler, açlık grevine başladılar, kendilerini meclise zincirlediler, kanal 6’yı bastılar.
Bu 55 günün etkisi bugüne de yansıyor. Aile günlük hayatta çok fazla görüşmez, hayat kararlarına karışmaz ama küçücük bir zorluk yaşansa herkes hemen sımsıkı kas gibi oluyor.
Çocuklar nasıl izledi bu arayış günlerini?
Herkes çok yoğun olduğu için bizleri komşulara bırakıyor, bir yerlere gidiyorlardı. Biz genelde uzaktık, evdeydik, okula gitmemiz gerekiyordu. Basında çok fazla yer alıyorduk. Annemi, ailemi televizyonda görüyordum. Onlar televizyona çıktıkça çevredekiler beni görünce öpüp, sarılıyor, ilgi gösteriyor, ağlıyordu.
Aile çok kalabalık olduğu için çok fazla yerde çıkıyorduk. Zor bir dönemdi ama kanallar Hasan’ı konu etti. Basın o elli beş gün Hasan’ı herkes tarafından bilinen biri yaptı.
Aynı zamanda devlete kafa tuttuğumuzu gördüğüm bir dönemdi.
55 gün sonra Hasan Ocak’ın cansız bedeni bulundu…
O günü çok hatırlamıyorum, cenazeye götürmemişlerdi beni, kaldırabileceğimiz bir şey değildi.
“Biz çocuklar kimseye anlatamıyorduk derdimizi”
Siz, sekiz yaşında bir çocuk, nasıl geçirdiniz bu dönemi?
Üzgün olduğumu hatırlıyorum. Yalnız kaldığımı düşünüyordum. Dışarı çıkmıyor, fazla oynamıyordum. Genel olarak çocukluğum devam ediyordu ama Hasan’la ilgili kısımlarda dinleyici olduğumu, üzüldüğümü, anlamaya çalıştığımı, çok meraklı olduğumu hatırlıyorum.
Yara öyle büyük ki, nasıl etkilendim diye kendinize dönüp bakamıyorsunuz. Şimdi bakınca o durumdaki küçük bir kızı algılayamıyorum bile. Daha çok olayın kendisine kenetleniyorsunuz.
Hasan’ın vücudunun yaralı olmasını, işkencelere uğramasını hiç yakıştıramıyorduk. Onun bedenine nasıl zarar verdiklerini hayal etmeye çalışıyordum. Bunu hayal edince gün içinde gördüğünüz dayınızla bu hayaldeki birbirinden ayrılıyor, onu öyle hatırlamak istemiyorsunuz.
Çok kapanıyordum içime. Bir insanın gözaltına alınıp kaybedilmesini, daha sonra cesedinin bulunmasını ne yaşıtlarım ne çevremizdekiler anlayabilirdi.
Dışarıda ortalama her çocuğun yaşadığı gibi bir süreç, evden içeriye adımını attığın an devletle çıplak şekilde karşı karşıya kalmış bir ailenin kızı. Büyükler mücadelesini veriyordu ama biz kimseye anlatamıyorduk derdimizi.
Devleti zaten Hasan dayımdan önce de tanıyorduk, evlerimiz basıldığı için devletin ne demek olduğunu biliyordum.
27 Mayıs 1995’te ailenizin de katıldığı ilk Cumartesi oturmaları başladı. Bu dönemde siz de katılmış mıydınız?
Saldırı olduğu bir günü unutamıyorum. Birden Galatasaray’ın önünde toz kalktı, her polis birini alıyordu. Ben arada kalmıştım, beni elden ele meydandan çıkarmışlar, teyzem de beni bir dükkana getirmişti. Teyzem hariç herkes gözaltına alınmış, geceyi nezarethanede geçirmişlerdi.
“Ev bizim için 'en güvenli yer' değildi”
Baskılar siz çocuklara nasıl yansıyordu?
"Annem va Hasan dayım." |
Annen, teyzen polisin elinde. O zaman gözaltılar şimdiki gibi değildi. Çıktıklarında yeni bir hikaye ekleniyordu. Gözaltındayken yanlarına gelip “Sizi de Hasan gibi yaparız” diyorlardı mesela. Haksızlık üstüne haksızlığa uğradığınız ekleniyordu. Toplasam haksızlıklar tarihi olur.
En güçlü gördüğünüz insanlar mahvedilmeye çalışılmış. Hayata karşı korumasız hissediyorsun. Eve girdiğin zaman güvendesindir ama bizim için değildi. Gece yarısı ev basılabilir, karşıda polis bekliyor olabilir, telefonlar dinlenebilir.
Hasan dayımın üçüncü yılıydı, evde çizgi film izlerken telefonu elime aldım, bir ses geliyordu. “Ne oluyor?” deyince kapandı. En güvenilir olması gereken anım bile güvenli değildi. Bu durumda insanlara, kendine güvenmekle ilgili sorunlarımız olmaz da ne olur ki.
Duyduğumuz işkenceleri nasıl yaptıklarını anlamaya çalışıyordum. Çok da etkileniyordum. Ailenin tüm bu yaşananlar içinde beni koruması çok mümkün olmuyordu. Şimdi, keşke daha az bilip biraz daha korunmuş olsaydım diyorum ama o dönemin şartlarında bu kadar koruyabildiler.
“Üzüntü öfkeye, öfke mücadeleye dönüşüyor”
Çocukluktaki his zamanla nasıl değişti?
O üzüntü öfkeye dönüşüyor. Bu öfke beni bir şeyler yapmaya itti. Lisede mücadele etmeye başladığımda en belirgin duygum öfkeydi, ideolojik bir şey değildi. Öfke ve tavır almadan yanaydı.
Hasam dayım ve ailemin durumu bize mücadele azmi verdi. Liseye geldiğinizde hak, hukuk, yenilen hakları ortalama bir gençten daha fazla biliyorsunuz. Hayatta bir taraf olma gerekliliği gösteriyor bildikleriniz ve tarafınız da çok net oluyor.
Hiçbir zaman hiçbir polisle barışmadı hayatım. O yılların bize bıraktığı; üniformalılara, cebinde silah taşıyanlara, kendini statü sahibi görenlere, yaptıklarından hesap sorulmayan insanlara, egemen olmaya çalışan herkese büyük bir öfke.
Kendimde gördüğüm zayıflık, kırılmışlık, güvensizlik, insanı toplum içinde kendini kötü hissetmesine yol açacak tüm duyguların nedeni devlet, devletin güç gösterisi, katletmesi, evi basmaları…
Hayatımızda yaşadığımız tek şiddet devlet şiddeti, üzerimde travma bırakan tek erk devlet. Bu travma hayatımın kilit noktası. Bunlar kişisel hayatlarımıza da siyasi hayatlarımıza da, devletin bir kurumuyla kurduğumuz bağa da yansıyor; pasaport kontrolünde, basit bir belge götürdüğümüzde…
“Hasan bizim için hem kayıp, hem de gurur kaynağı”
Galatasaray Meydanı’nın ailenizin yaşamındaki yeri ne?
Gündelik yaşamın parçası. Mezar ve meydan bizim evimiz sayılır.
Cumartesi oturmaları sonucu kayıp sayısı belli bir azalmaya gitti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Hasan dayımın kaybolması ve ölümüyle ilgili Türkiye'yi yaşam hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle Temmuz 2004'de 25 bin Euro manevi tazminata mahkum etti, bir şeylerin yerine getirildiği hissi var.
Hasan bizim için bir üzüntü kaynağı, çok büyük bir kayıp, aynı zaman da bir gurur kaynağı.
Onu hem kahraman olarak hem de kayıp olarak görmek, hele hele başkasının elinin vücuduna değmesiyle kaybedilmesi…. Büyümüş olanlar biraz daha kaldırabilirler ama bununla büyümek zor.
En azından bizim mezarımız var, o önemli bir şey, bir su serpiliyor. Bulunmamasıyla aynı şey değil. Berfo anne kemikleri isteyerek gitti, kemikler bulunmalı.
“Meydandaki hikayeler beni çok etkiledi”
"Hasan dayım ve Aysel teyzem." |
O meydanda büyüyen çocukların aklında nasıl bir iz kalıyor?
Alanda en çok dayanamadığım şey hikayeleri dinlemek. Beni çok etkiledi. Bu nedenle bir süre gitmedim. Bir insan evinden çıkıyor, bir daha gelmiyor. Bunun genelleşmesi bile çok korkunç geliyordu. Onu algılayamıyorsunuz. Ölmüyor, mezar yapıp gömmüyorsunuz. O kişi varken, hiç olmamış gibi. Nasıl bir insan bir anda hayattan yok olur? Her hikayede şaşırıyordum.
Emniyete şuraya buraya gidiyor aileler, diyorlar ki “Yok”. Bunu da anlayamıyordum. Ailelerin zaman geçse de bekliyor olması beni en çok etkileyenlerdendi.
Bu şekilde yakınları ölen bir çevre içinde olduğunuzda zor. İnsanların ölümle kurduğu bağ bellidir; yas tutar biter. Bizim yasımız sanki bitmiyor, sürekli taze kalıyor, her yıl, “O ölümsüzdür” sloganı attığımızda, onu yaşatıyoruz. Böyle olunca da bu bitmeyen bir yas oluyor. Buna benzer başka yaslar görünce bize olmuş gibi hissediyoruz.
Hasan dayımın bize bıraktığı en büyük şey bu galiba; başka acıları kendi acımız gibi hissetmek oldu. Yük mü görev mi bilmiyorum.
“Yargılatamazsak da teşhir etmek önemli”
Meydanın bugünüyle ilk başladığı zamanı karşılaştırırsak…
O dönem zordu, mücadele de zor oldu. Bugün mücadele daha rahat ama her dönemin işkenceleri farklı.
Umudumuz olmasa oraya gitmeyiz. Hesap sormak, yargılatmak istemesek, yargılamak için elimizden geleni, teşhiri yapmak istemesek bu yapılmaz.
Cumartesi Anneleri Roboski’ye gitti geçen hafta. Devlet, iktidar her şekilde insanları katledecek, asimile edecek, mücadeleden vazgeçirmeye çalışacak, zor durumda kaldığı yine insanları öldürecek, Hasan gibi vücutlarına zararlar verecek. Çok da sertleştiğini düşünüyorum devletin son zamanlarda.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde kayıtlı Terörle Mücadele Şubesi’ndeki TİM-3’de görev yapan Sedat Selim Ay’ın terfi ettirilmesi de zor bir süreci örmek istedikleri gösteriyor.
Cumartesi Anneleri’nin başlattığı sivil itaatsizlik eylemleri şimdi Roboski’de yapılıyor. Meydana her kesimden insan geliyor. Bize unutturamazlar, meydandaki mücadele, bu mücadele tarzı sahiplenildi.
“Mücadele acıya fırsat bırakmamıştı”
Üzgünlük, öfke, hisler neye dönüştü?
Üzgünlük son yıllarda kişiselleşti. Hasan kaybolunca biz “Artık hayatımızda yok” demeden toplumsal bir olgu oldu. Kişisel acıyı yaşayamıyor, yas tutamıyorsunuz. Mücadele verilmesi gerektiği içim acı çekilmedi. Mücadele, acıya fırsat bırakmadı.
Bir yanımız hala bir yıl önce kaybetmişiz gibi açık. Öncede kapanıp geçecek, geçmişe emanet edeceğiz diye düşündük ama pek mümkün değil. Acı öfkeye bile çevrilse, bir tarafta kırıklık, hüzün kalacak.
Ailemizde bize arkadaş olan birini kaybettik. Hayatta olsaydı 40 küsur yaşlarında olacaktı, belki bir çocuğu olacaktı, belki öğretmenlik yapıyor olacaktı.
Elimizden alındı. Elimizden bir ömür alındı. Her teyzemizin, dayımızın başka rolü var. Birinin alınması bir ömrümüzün tüketilmesi anlamına geliyor.
“Geçmişin yüzleşmesi olmadan süreç nasıl tamamlanır?”
Çözüm sürecine ilişkin neler düşünüyorsunuz?
Biz bu savaşın içinde kaybettik herkesi, temkinliyiz bu nedenle. Devlet canımızı aldı, ona hiçbir şekilde güvenmiyorsun. Hasan’ın zamanında Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Ağar cezaevinden çıktıktan sonra bu devletin demokrasi için bir şeyler yapacağına nasıl inanabiliriz ki? Bu ailelerin bir şey görmesi gerekiyor.
Süreç barışa gidebilir ama önce devletin toplumla, bizimle barışması gerekiyor. Geçmişin yüzleşmesini yapmadan süreç nasıl tamamlanacak ki? (BK)
* Manşet fotoğrafı: Mehmet Özer / Nisan 2012
* İç fotoğraflar Dilcan Acer arşivi.
* Kayıplar Haftası 2013 Söyleşileri
“O An, 12 Yaşında Kendini Kaybetmiş Bir Çocuk Vardı”