“Beyaz Yakalı”, son zamanlarda oldukça revaçta bir adlandırma: Birkaç yıldır üzerine bol bol yazılıp çizilen, birden hakkında onlarca akademik çalışma başlatılan, “sol” düşünce ve çevrelerin ilgi alanına hızla giren, orta sınıf mı işçi sınıfı mı olduğu tartışılıp duran, üstüne üstlük Gezi direnişinin eyleyicisi olarak işaret edilen bir figür oluverdi.[1]
Bu yazıda beyaz yakalıyı tanımlayacağız. Ancak bunu hakkıyla yapmak zor. Her ne kadar beyaz yakalı yeni bir kavram olmasa da, sürekli yeniden isimlendirilen, anlamı hızla ve sık sık değişen bir kavram. Herkes kendi durduğu yerden, fikirlerinin ve eylemlerinin ortaya koyduğu ihtiyaca uygun olarak beyaz yakalıyı tekrar tekrar tanımlıyor.
Tüm bu tanımların aslında beyaz yakalıyı ürettiğini, bir şey veya biri(leri) “olmaya” çağırdığını düşünebiliriz. Söz gelimi, kişisel gelişim ya da self-help kitapları beyaz yakalıyı başarılı ve özgür olmaya çağırıyorlar. Bunu yaparken, özgürlüğün “gurur” olmadığını ama belki akıl olabileceğini de söylüyorlar. Gerçekçi bir şekilde beyaz yakalıya sınırlarını göstermeye ve büyülü bir şekilde o sınırları aşmalarına yardımcı olmaya uğraşıyorlar. Bu kitaplar işletmenin, işverenin zihnini edinmenin yollarını gösteriyorlar aslında: Kendini yönet ve bunu öyle bir uyumla yap ki, fark yarat. İnisiyatif al, risk al, değiştir, ama mümkünse kendi kuyunu kazmadan -bu arada başkalarınınkini kazabilirsin.
Peki nasıl bir zihindir işvereninki? Elbette çalışmaya ve işçiye dair bir zihindir, ama yaşama yayılır. İşçiden beklentisi bitmez işverenin, işçi her zaman bir şeyler (daha) üretmeye ve ürettiklerini paylaşmaya hazırdır, elinden gelenin en iyisi bu değildir. İşçi her zaman eksiktir, eksiklidir işletmenin zihninde. Ama bu çok özel bir ayrımcılıktır: İşçinin üretkenliğini, verimliliğini, her zaman verdiğinden daha fazlasını verebileceğini ifade eder aslında bu eksiklik. Performans yönetimi eksiklik belgesidir. Her ne kadar bendeki etkisi kendimi sürekli yetersiz görmem, daha doğrusu yetersizliği artık ona inanacak kadar sık ve yoğun deneyimlemem olsa da; hatta mesela her ne kadar kadın olmak, Kürt olmak, solcu olmak veya sağcı olmak, yumuşak veya agresif olmak, iyiliksever veya bencil olmak ve beni tanımlayan benzeri özelliklere sahip olmak yarıştığım sahayı dikenli hale getirse de, “ben” olmaktan (Kürt, kadın, vs) dolayı önümde aşılmaz bir engel yoktur. Dışarıda ne kadar çetin şartlar ve engeller olursa olsun, onları aşamayan benim. Kendini tanı, ne olduğunu bil ve aş kendini. Daha çok çabalamalıyım. Önümde “ben” olmaktan, yani tarih, kültür ve bedenle sınırlanmış olmaktan başkaca hiçbir engel yok aslında ve bunu aşmak da benim elimde. Her zaman “ben”im; yani her zaman engellenmiş ve eksiğim; henüz/yeterince başarılı değilim; bu güne kadar başardıklarım son değil, daha iyisini yapabilirim; kendimi sürekli geliştirebilirim. Hastayım ama iyi olabilirim değil; hastaysam iyileşebilirim, iyiysem güçlenebilirim, yürüyorsam koşabilirim, koşuyorsam uçabilirim. Performans yönetimi büyülü bir belgedir. Bana peşin verilmiş pek az şey var, beni baştan belirleyen ve sınırlayan pek az şey var. Ama yeterince vakit yok, kaynaklar da oldukça sınırlı; dolayısıyla onları en iyi şekilde yönetmeliyim. Performans yönetiminin büyüsü yönetim kısmında gizlidir. Eğer bir eksikliğim, gerçek bir eksikliğim varsa bu, “kendi kendini yönetmek” konusunda bir eksiklik olmalı. Böyle bir dünyanın “başarılı” figürleri, mülk sahipleri veya patronlar değildir, yöneticilerdir.
Rekabet ve “cangıl” metaforu anlamını işte burada bulur. Ancak rakibim, diğer “ben”lerin yanı sıra kendi “ben”imdir. Kendimle yarışırım. Cangılda da bir sürü hayvanı değilim, tek başımayım. Bu metaforlar içi boş motivasyon sözleri değiller, yönetimin gelişmişliğini ifade ediyorlar. Bir koyun sürüsü gibi güdülmüyoruz, her birimiz kendimize özel bir yönetim şemasına tabi oluyoruz, ve bu şema dahilinde kendi yönetimimize katılıyoruz.
Buraya kadar tartıştıklarımızla beyaz yakalının anlık bir fotoğrafını çekebiliriz o halde: Beyaz yakalı eksiklikle ifade edilebilecek bir varoluş halidir, henüz atılmamış adımlar ve alınmamış risklerin bedende ve ruhta (bireyde) bıraktığı izlerden oluşmuştur. Daha ayrıntılı olarak bakarsak, beyaz yakalı aynı zamanda suçludur, kendi olmaktan ve kendini aşamamaktan dolayı suçludur; cezası sürekli kendini aşmak olan bir Sisifos. Beyaz yakalı, eksikliği ve suçluluğu içinde tek başınadır; sömürü çarkları, ceza ve ödül düzenekleriyle ona özel bir dünya kurulmuştur sanki.
Hiç gecikmeden şunu da ekleyelim: Bu sadece beyaz yakalının değil, güçsüzü güçlüden ayıran günümüzün mekanizması altındaki her bir bireyin anlık fotoğraflarından biridir. Bir anlamda hepimiz beyaz yakalıyız; hepimiz kendimizi yönetmek, hedefimiz neyse onu tutturmak, işimizde ilerlemek, tuzlu-şekerli yememek, üç beyazdan uzak durmak, sigarayı bırakmak, düzenli seks yapmak, üç çocuk doğurmak veya duruma göre çocuk yapmamak, ailemize sevgi göstermek, zamanımızı iyi kullanmak durumundayız. Hem de bizi birinin yönetmesine ihtiyaç duymadan: Örneğin çikolata yemeyi kimse yasaklamaz, cezası yoktur; ama çikolata yeme isteğimizi yönetmek, engellemek zorundayız, oburluk suçtur.
Bugün fakirliğin (“obezlerin”, “looser’ların”, vb) gözümüze bir ırk gibi görünmesi; bilimsel çalışmalarda her şeyin (mesela suçluluğun ve obezitenin) temelinde gen aranıyor olması, her birimizin ben olmaktan kurtulması zorunluluğuyla çelişmez. Aramızda kendilerini yönetmeyi becerememiş olanlar var, kendilerine ve oldukları şeye (“ben”lerine) hapsolmuşlar. Kürtlükten, kadınlıktan, fakirlikten ve oburluktan kurtulamamış, Kürt, obez vs “olmuşlar”. Suçları Kürt vb doğmak değil, Kürt “olmak”. Son yıllarda insanlık hırsızlığın, şişmanlığın, depresyonun, her şeyin genlerini arayacak kadar takıntılı hale geldiyse, sınırlarımızı tespit etmek istediğimizdendir, böylece onları aşabiliriz. Performans yönetimi bir bilimdir, büyülü bir bilim.
***
Bu fotoğrafın negatifine de bakmazsak, manzarayı tam olarak anlayamayız. İlk ortaya çıktığında işçilik nasıl sabah erken kalkıp kendisinin olmayan bir işe gitmeyi canı pahasına (onbinlerce işçinin canı pahasına) öğrendiyse, bu yeni yönetim zihniyeti de kolaylıkla hazmediliyor, ona hemen kucak açılıyor değil. Her ne kadar kişiye özel düzenlenmiş gibi görünse de, hatta daha çok bu yüzden, uyumlu olmanın çok da kolay olmadığı bir düzenekten bahsediyoruz. Siz bu kadar tek başınızayken başarınızın başkalarının işlerine bağlı oluşuna şaşarsınız. Fazla mesainin nasıl zorunluluk olabildiğine, iş yükünden dolayı tek başınıza mesaiye kaldığınızda veya herkes kalırken mesaiye kalmadığınızda yadırganmanıza şaşarsınız. Çok iş yüklendiğinden fazla mesaiye kalırsınız ama size "Sende bir sorun mu var, neden fazla mesaiye kalıyorsun?” diye sorarlar, şaşarsınız. İşyerleri her gün teker teker aşılan dirençlere sahne olur. İşyeri lafın gelişi, yoksa çalışma sadece işyerlerinde gerçekleşmiyor; telefonda, internette veya evde çalışıyor olabilirsiniz ama çalışmak yine de krizdir, kriz yönetimi gerektirir. Hatta çalışıyor olmanıza bile gerek yok; işsizken de kendini geliştirme, iş görüşmesine gitme (ki nasıl bir mesai olduğunu yaşayanlar bilir ancak), kendini suçlama etkinlikleri devam eder.
Bu krizleri kendimize nasıl açıklarız? Bu üç düzeyde gerçekleşebilir. İlk düzey kendini suçlamaktır: Zaten üretmeyi sürdürmeniz eksik ve yetersiz olmanızı gerektirdiği için bunu kolaylıkla yapabilirsiniz. İkinci düzey başkalarını, iş arkadaşlarınızı, yöneticilerinizi, işlerin işleyişini, çalıştığınız kurumu ya da ülkenin şartlarını suçlamaktır. Sizin işinizi yapabilmeniz için başkalarının işlerini doğru dürüst yapması gerekiyordur. Adalet talebiniz bir türlü karşılanmaz, en iyi performans değerlendirme teknikleri bile çan eğrisine dayanır, birileri mutlaka altta kalır. Mobbing işyerinde karşılaşılan olumsuz bir durum değildir; yönetme ve yönetilmenin özel bir tekniği haline gelmiştir. Üçüncü düzeyde “sistemi”, kapitalizmi suçlarsınız; bu en rahatıdır. Mavi yakalı işçilere nazaran beyaz yakalılar “büyük resmi görme” konusunda daha şanslıdır, çoğunlukla üniversite mezunudurlar. Bu düzeyde yapılacak pek bir şey yoktur: Sosyalist, çevreci veya vejetaryen olabilirsiniz mesela, bu varoluşların gereklerini işe pek yansıtmadan da yerine getirebilirsiniz.
Krize yönelik eleştiri için dışarıdan (bireyin dışından) bir kaynak arayacak olursak, son zamanlarda beyaz yakalıları görmeye ve onların işçi olduklarını kabul etmeye başlayan sendikalara ve sol yapılara bakabiliriz. Fakat burada, belki alana yeni yeni ısınıyor olmaktan dolayı ciddi bir darlık söz konusu, şimdilik. Sendikalar ve daha çok sol yapılar, yukarıda üçüncü düzey olarak isimlendirdiğimiz yerden (sistemden) işe başlarlar, beyaz yakalıları da beklendiği gibi bu düzeye çağırırlar. İlk kıvılcımın çıkmasını bekledikleri ikinci düzeyde (işyeri vs) sendikaların daha aktif olmaları beklenir. Sol yapılar bu düzeyi daha çok pragmatik bir şekilde ele alırlar; sorun burada değildir, sistem sorunudur. Ama sonuçta en çok birinci düzeyde (kendini suçlama) iş görürler: Beyaz yakalıları işçi olduğunu reddetmekle veya bunun farkında olmamakla suçlarlar. Böylece sorunu bir bilinçlenme/eğitim sorununa indirgemiş olurlar. Faaliyetleri de, en somuta yakın haliyle, sendikalı olmaya çağıran bir ajitasyon ve propaganda ile sınırlanmış olur. Bu ajitasyon ve propaganda genellikle beyaz yakalıların DA işçi olduğuna, onların DA ezildiğine, hatta daha çok ezildiklerine dair bir içeriğe sahiptir. Farkın sadece beyaz yakalıların yanılgısından kaynaklandığını ima eden bu vurgunun beyaz yakalılar üzerindeki etkisi sınırlıdır. Hatta bu kurumlar günümüzde yeterince somut güce ve işleve sahip olmadıklarından, belli bir bilince davet etme konusunda kadim veya modern (scientology, Mevlana Derneği, astroloji) dini söylemlerle ve kişisel gelişim kitaplarıyla rekabet etmeleri bile zordur.
Bu propagandanın bir sorunu da, aslında herkesin teker teker tabi olduğu ve özneleştiği düzeneğin içinde beyaz yakalıları, işletmenin tanıdığı noktadan ayırdederek tanımasıdır. Kariyer, topuklu ayakkabı, kibir, mutlu gibi görünüp mutsuz olmak ve benzeri kalıp imgeler işletme zihniyetinden ödünç alınır, kullanılır. İş sosyal bir ilişki olarak çözümlenmez, beyaz yakalı tavırlarından tümüyle sorumlu bir “tek” olarak hayal edilir. Ama beyaz yakalıya, hatta işçi olarak beyaz yakalıya özgü olan, mücadeleyi anlamlı kılacak, inançtan ve ahlaktan başka özgün bir varoluşun fotoğrafı gösterilemez. Bu propaganda, işletmeyle aynı fotoğrafa bakmaktadır.
Beyaz yakalıların işçi oldukları akademik ve yasal olarak tartışmasız bir gerçektir. Onların da işçi olduklarına dair ajitasyon bu gerçeğe yaslanır. Beyaz yakalı işçinin “işçi” olduğunu kendine “itiraf etmesi” beklentisi, bu akademik/yasal bilginin öğrenilmesine dair bir beklentidir. Peki beyaz yakalıların da elbette farkında olduğu bu gerçeğe biz ideolojik pozisyonumuzdan yola çıkarak mı ulaşıyoruz, yoksa beyaz yakalıların mücadele pratiklerinin geldiği nokta, onları işçi olduklarını söylemeye sevkediyor mu? Bir başka şekilde sorarsak, beyaz yakalıdan işçi olduğunu “itiraf etmesini” beklerken onu sadece ahlaken gerçekleri kabul etmeye mi davet ediyoruz? Başka bir deyişle, işçi olduğunu “itiraf etmek” kendi başına nasıl bir güce sahip olacak? Bu soruları tatmin edici şekilde ve pratik olarak yanıtlamadıkça bu ajitasyonun bir örgütlenmeden çok, ajitatörlerin sayısını artırmak işleviyle sınırlı kalması olası. Ortada sıcak ve somut bir konu yoksa ajitasyonla davet ettiğimiz yere gelecek olanların faaliyetleri yine ajitasyonla sınırlı kalma riski taşıyor. Bu noktada yapılan bir başka önemli hata da, “kariyer yapmanın” beyaz yakalıları örgütlenmekten alıkoyduğuna inanmaktır. Herhalde beyaz yakalılara öğütlenen, kariyer yalanlarına kanmamak, “kariyer yapmayı” reddetmek ve böylece örgütlenmeye hazır hale gelmek. Peki beyaz yakalıların tümü de CEO olmayı hayal ediyorduysa, niçin örgütlenmeliler? Kişisel gelişim kitaplarından sıçramış, haftalık dergilerden akmış haliyle beyaz yakalılara bir leke gibi sürülmeye çalışılan “kariyer yapma” nasıl bir zehirli baldır ki, ben hem ona dilediğim gibi yönelebilecek kudrette olayım hem de bundan vazgeçerek ve herhalde ahlaki bir ilkeye riayet ederek, mesela “örgütleneyim”? Kariyer, beyaz yakalının yalanlara inandığı için peşinden koşup Le Couperet’deki gibi çaresizce kirlenerek “beyaz yakalı” karikatürü haline geldiği bir şey değildir -en azından herhangi birimizden daha fazla çaresiz ve kirli olma zorunluluğu yoktur beyaz yakalının.
Biraz karmaşıklaştırma riskini göze alarak yukarıda sorduğumuz ilk soruyu tekrar ele alalım: Beyaz yakalılara işçi olduklarını öğretme ihtiyacı, beyaz yakalıların mevcut mücadelesinden bağımsız değil bize göre. Bu ihtiyaç, beyaz yakalılar mücadele örgütlerini kurmaya başlamadan hemen önce belirmemişti, böyle bir propaganda yapılmıyordu. Ancak sonrasında, beyaz yakalıların DA mücadele edebileceği görüldükten sonra yani, işçi olduklarını kabul etmedikleri için örgütlenmedikleri düşünüldü. Gerçekten de IBM’deki öncü direnişlerden biri, IBM çalışanlarının işçilikten doğan haklarını (sendikalaşma) talep etmeleriyle başlamıştı. Bugün beyaz yakalı örgütlerinin önemli bir kısmı zaten emek mücadelesi veriyor, kendilerini bir meslek örgütü ya da fikir örgütü olarak değil, bir alan örgütü olarak kuruyorlar. Bu örgütler, beyaz yakalı alanında çalışma yaparken işçilere yukarıdan seslenmiyorlar, kendilerini onlardan daha “bilinçli” görmüyorlar. Elbette (ve neyse ki) bu örgütler tamamıyla uyumlu ve homojenleşmiş topluluklar değiller; beyaz yakalı kitlesinin çatışmalarını kendi bünyelerinde de içeriyor, bu çatışmaları kamusallaştırma ve politikleştirmenin adımlarını atıyorlar. Kendi dillerini kuruyorlar. Daha da önemlisi, beyaz yakalıyı kuruyorlar, mücadelenin bir öznesi olarak beyaz yakalıyı, emek cephesinin bir katılımcısı olarak beyaz yakalıların bağımsız politik hattını mütevazi bir çabayla örüyorlar. Ancak, örgütlenmenin ve mücadele etmenin bir koşulu olarak işçi olduğunu “itiraf etme” eşiği, bu örgütlerin mücadelesinde herhangi bir anlam taşımıyor.
Zaten işçi değillermiş gibi, işçi olduğunu “itiraf etmenin” beyaz yakalıların mücadeleye giriş bileti olarak görülmesinin sebebi ne olabilir? Bize göre bunun sebebi, beyaz yakalıların işçi olduklarının hâlâ kabul edilemiyor oluşu. Beyaz yakalı, “beyaz yakalı” bir işçi olarak kabul edilemiyor; onun işçileştiği söyleniyor, işçileşmesi gerekiyor nedense. Bugün önemli sayıda okumuş, aslında beyaz yakalı işlerinde çalışabilecek işsiz var. Önemli sayıda freelance çalışan var. Önemli sayıda beyaz yakalının sigortası yok, bir kısmının sigorta bir yana para karşılığında çalıştıklarını yasal olarak ispat etme imkânı bile yok. Önemli sayıda çalışan iki üç kişilik ofislerde çalışıyor. Ofislerde, plazalarda çalışan önemli sayıda insan iyi maaşlar alıyor, ayda birkaç kez iş için yurtdışına çıkıyor ve yüksek sınıfın zevklerini tadabiliyor. Önemli sayıda çalışan ise fena olmayan koşullara sahip. En azından hiçbirinin mutlak fiziksel koşulları tekstil veya inşaat işçisininkiyle karşılaştırılamaz. Oysa neredeyse tamamı da ofisin çaycısı kadar tek başına, Soma madencisi kadar hız baskısı altında çalışıyor. Büyük kısmının sendikalaşma imkânı yok, büyük kısmını sendikalar örgütlemeye bile çalışmaz. Ve evet, kabul etmesi zor olsa da, buna rağmen tümü “işçi”, ve evet, beyaz yakalı örgütleri içinde aktif olanları var.
***
Artık beyaz yakalıların DA “beyaz yakalı” olarak, “proleterleşmesi”, “mavi yakalılaşması” beklenmeden, ezilme derecelerine göre bir acı/acınma hiyerarşisine tabi tutulmadan, büyük bir krizin gelip finans sektörünü vurması beklenmeden, mücadeleye katılmak için eksikli (veya fazla) hissettirilmeden, “işçi” ya da “güvencesiz” ya da “preker” gibi ortak özellik olduğu iddia edilen kavramlarda uzlaşma şartı aranmadan emek mücadelesine katılma hakları vardır. Bu hak pratik olarak kazanıldı, ağır ama emin adımlarla bu yolda ilerleme sürüyor.
Herhalde en önemli hatamız, benzetmeleri birebir örtüşen gerçekler gibi görmekten kaynaklanıyor. Proleterleşme ve mavi yakalılaşma ancak bir benzetme olarak, çalışma koşullarının gitgide kötüleştiğini anlatmakta işe yarıyor. Peki sınıfı “koşullara” göre mi tanımlayacağız gerçekten? Bu durumda beyaz yakalılara zaten oldukça geç sıra gelecek demektir. Ayrıca, rahatlıkla tam tersinin doğru olduğu, mavi yakalıların da beyaz yakalıların tabi olduğu disiplin koşullarına tabi olmaya başladığı söylenebilir. Ezilme/ezilenler kavramının da bir benzetme olduğunu unutmayalım; ezilme derecelerini ölçerek ve karşılaştırarak sınıfın parçaları içinde ortaklık/yakınlık kurmak mümkün olmadığı gibi, gerekli de değil. Bu “parçaların” ortaklaşması/yakınlaşması için birbirine benzemeye değil, öncelikle aktif olmaya, sonra da gerçek ve zorunlu ilişkilerle birbirine bağlanmaya ihtiyacı var. Kriz gelecek diye teyakkuza geçmek ve beyaz yakalıların (ya da tüm işçi sınıfının) kriz tehdidiyle birleşeceğini ummak, emek pazarının bugün nasıl şekillendiği ve emek gücünün disiplin altına alınma yöntemlerinin bugünkü durumu hakkında yeterli deneyime sahip olmamaktan kaynaklanıyor olmalı. Beyaz ve mavi yakalıları kesen ortak bir kavramda buluşmayı zorlamak da tümüyle yersiz bir çaba. Güvencesizlik, ya da “preker”, işçi gruplarının veya bireylerin bir ortak özelliği olarak görülemez, çünkü zaten ayrıştırma ilkesinin adı, rekabetin kaynağıdır bunlar. Güvencesizliğin ortak nokta olduğunu söylemek, bir şeylerin birbirinden farklı olmalarının onların ortak bir özelliği olduğunu söylemek ya da 3 ile 5’in sadece toplama işlemine tabi tutulabildikleri için aynı sayı olduklarını söylemek gibi. Bir başka açıdan, beyaz yakalıların işçi olduğunu, onları işçiden başka bir isimle çağırarak söyleme ihtiyacı (beyaz yakalıları da kapsaması için işçinin adını değiştirme ihtiyacı da diyebiliriz) aslında bir fark olduğunu görmek ama göstermeyi reddetmek anlamına geliyor. Bu farkı görmek özgün ezilme mekanizmalarını teşhir etmeye de yarayabilirdi, ancak "bir fark var ama" o da "işçi olduklarını bilmemeleri ve kariyer düşkünü olmaları olsun" demek tercih ediliyor.
Bu yaygınlaşmaya başlamış kalıpları, mantık ve dil oyunlarıyla boşa düşürmeye çalışmamızın bir anlamı var: Beyaz yakalı mücadelesinin dilini takip etmeye yönelik bir çağrıdır bu. Bir ortaklığın akademik ve teknik hakikatlere ters düşmeyeceği düşünülse de, o hakikatleri takip ederek kurulmayacağı da açıktır. Ortaklık yoktur; bugün emeğin disipline edilme tarzı ve emek pazarının şekillenmesi ortaklığın varolmamasına dayanıyor. Mevcut beyaz yakalı örgütlerini tek çatı altında birleştirmeye çalışmak ya da beyaz yakalılarla mavi yakalıları aynı örgütte toplamaya çalışmak “ortaklık kurmak” anlamına gelmez. Mevcut yazı-çizi faaliyetleri, beyaz yakalıları yetersizlikle itham edip, bir de iş arkadaşlarını örgütlenmediği, bilinçlenmediği, kariyer yalanlarına aldandığı, işçi olduğunu reddettiği vb. için hor görmeye davet etmeyi bırakmalılar. Beyaz yakalılar, onları da otomatik olarak kapsayan bir emek hareketinden kendilerini kariyer ve statü uğruna ayırıyor değiller. Aksine beyaz yakalılar, ilk kez, kendi özgün örgütlenmeleriyle emek cephesinde kendi yerlerini arıyorlar. Yer göstericiliğe gerek olmayacak, kendi izlediğimiz filmde oynamaya alışkınız, mutlaka bir yer buluruz. Azarlamaya da hacet yok, zira sendikalar ve sol figürlerden esas beklenen (öğrenci hareketine ve feminist harekete de yapıldığı gibi) öğretmenlik etmek değil, bizahmet tarihin cebinden yemeyi bırakarak mütevazi bir şekilde yola çıkana mütevazi bir katık hazırlamaktır. (EA/AS)