Muamma (İsim): Bilmece; "Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilmek için muammalara başvururlardı." Ahmet Rasim
John Bellamy Foster, Harry Braverman'ın Emek ve Tekelci Sermaye'sinin yeni baskısı için yazdığı girişe "Çalışma, günümüz toplumunda bir muammadır" cümlesiyle başlar. Hemen devamında, "Sözüm ona popüler kültürün; TV'nin ve filmlerin, metaların ve reklamcılığın dünyasında çalışmayla ilgili köklü gerçekler yalnızca ender olarak ayrıntısıyla sergilenir ve çoğunlukla da romantikleştirilerek resmedilirken, sahnenin tam ortasını işgal eden, tüketimdir.
Makine tarafından düzenlenen sıkıcı rutinlere dur durak bilmeden uyum göstererek, her zaman etkinlik ve kâr adına, yaratıcı potansiyellerinden kopartılarak yaşamlarını kazanmak zorunda bırakılan insanların yaşadıkları katı tecrübeler, daima ve sonsuza değin kamera merceğinin görebildiğinin ötesindeki bir yerlere, resmin dışına atılmış gibi durur" diye yazar. Foster'in bu sözlerinin medyayı, günümüz toplumunda çalışmanın muamma olarak kalmışlığına katkıda bulunan bir yüzey gibi ele almaya eğilimli olduğu açık. Ancak, çalışma günümüz toplumunda hakikaten bir muammaysa, bilmecemsi bir hayalet-bedende arz-ı endam ediyor ve ne zaman biz ona dokunmak istesek elimiz havada asılı kalıyorsa, asıl mesele, popüler kültürde çalışmanın gerçeğinin gizlenmesi ya da bu gerçeğin romantikleştirilmesi sorunundan ötede demektir.
Daha açık bir ifadeyle, bu muamma, şayet öyleyse, Foster'in deyimiyle "çalışmayı sisler içine gömen", "gözlerden gizleyen" bir "hakim ideoloji"nin varlığına muhtaç -bu açıdan elbette Foster'a hak vermek gerek- ancak bence gündelik deneyimlerimiz gösteriyor ki bir o kadar da ona muhtaç değildir. Ola ki elimizin altında Braverman'ın eseri gibi hakim ideolojinin gözlerden gizlediklerini sergileyen, bu durumda "sözüm ona popüler kültürün" yaptığının tersine "sisleri dağıtan" analizlerimiz olsun, yine de bu muamma ne yapıp edip uykularımızı kaçırmaya devam ediyor gibi.
Çünkü buradaki hayalet-beden, Foster'in de değindiği gibi, Braverman'ın eserinde yeterince hesaplaşmadığı için eleştirilmesine de neden olan "çalışmanın öznel yönüne" ait bilmecelerden beslenmekte. Tam da bu noktada, ben Foster'a itiraz edip, bu muammanın aslında pek de o kadar kötü bir şey olmayabileceğini iddia edeceğim ama tek bir şartla: Çalışmanın hayalet-bedeniyle yüzleşmeye cesaretimiz olması şartıyla... Yine bu bakımdan, medyayı, çalışmanın günümüz toplumunda bir muamma olarak kalmasına katkıda bulunan bir yüzey olarak ele alabileceğimiz gibi, pekala çalışmanın muammasıyla yüzleşebileceğimiz bir yüzey olarak da ele alabileceğimizi söyleyeceğim. Bu iddiayı somutlaştırmak için de, medyada kültür işçisinin çalışma hikayesinin "muammasına" yakından bakmayı deneyeceğim. Çünkü Foster'in söylediği gibi medyanın, çalışmanın gerçeklerini gizleme ya da bu gerçekleri romantikleştirme potansiyeli varsa, aynı potansiyelinin bizi istese de istemese de "çalışmanın öznel yönüyle" yüzleşmeye zorlayacağını düşünüyorum.
Muamma (Sıfat): Anlaşılmayan, Bilinmeyen; Bırak muamma konuşmayı/Çıkar ağzından baklayı/ Bahtımız aydınlanıversin. Cahit Sıtkı Tarancı
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, 18 Temmuz 2012 tarihinde öğle saatlerinde çeşitli gazetelerin internet sitelerine, yanılmıyorsam kaynağı Sabah gazetesi olan bir iddia düştü. İddia şuydu, "Dizi setinde 18 saat çalışan kadın yönetmen Nisan Akman çekimlere ara verdiği sırada beyin kanaması geçirdi."
Bu iddia, "titizliğiyle tanınan ünlü rejisörün aşırı sıcakta günün en az 18 saatini sette geçirdiği", sette "bazı teknik aksamalar" olunca yönetmenin "hayli sinirlendiği ve gerginleştiği", "aksaklığın giderilmemesi üzerine kameraya 'stop' emri veren Akman'ın 'Biraz sahilde dolaşıp kafamı toparlayayım' diyerek sahilde yürüdüğü sırada tansiyonunun düşmesiyle yere yığıldığı" gibi ifadelerle süslü, epeyce sahici duran bir anlatıyla gerekçelendirilmişti.
Ancak o gün çok ilginç başka bir şey daha oldu. Haberin yayılmasından birkaç saat geçmiş geçmemişti ki, bazı gazetelerin (Radikal) Akman'a yakın kaynaklardan, bazılarının ise (Hürriyet) dizinin yapımcısı Gold Film'den aldıklarını söyledikleri bilgiye göre, yönetmenin beyin kanaması geçirmediği, "setteki yoğun çalışma esnasında tansiyonunun düştüğü ve kısa süre fenalaştığı" açıklandı, dolayısıyla ilk iddia aynı gün içinde yalanlandı. Üstelik bu yalanlama, dizinin başrol oyuncusunun twitter'daki "Çıkan haberler asılsızdır! Nisan Akman settedir. Sadece tansiyonu düşmüştür. Sıcaktan hak verirsiniz ki... Hasta olmayan insanı zorla hasta etmeyin" sözlerinin alıntılanmasıyla pekiştirildi. Peki biz sıradan faniler -sabahtan akşama işinde gücünde olan, akşamları televizyon izleyen biz garibanlar- bu "muammadan" ne anladık? Öncelikle elbette, her iyi niyetli fani gibi, yönetmenin ilk elden anlatıldığı gibi ciddi bir sağlık sorunu yaşamadığına çok sevindik.
Hakikaten, hasta olmayan bir insanı neden zorla hasta etmek isteyecektik ki, aklımızdan zorumuz mu vardı? Üstelik Allaha çok şükür akıl sağlığımız gayet yerinde sayılabilirdi ve Allaha bin şükür bir o kadar da yerinde değildi ki, bir gazetenin internet sitesinde ("gücü özgürlüğünde" HaberTürk) Nisan Akman'ın "talihsiz anı" hikaye edilirken, hemen oracıkta dizinin tanıtım videosuna link verildiği gözümüze çarpmış, içimiz burkulabilmişti... Neyse ki anlaşılan yönetmen önemsiz bir rahatsızlık geçirmişti, biz sıradan fanilere "geçmiş olsun" demek düşerdi...
Muamma ortada. Şayet epeyce sahici sözlerle süslü ilk iddia gerçek bir olayın değil de sansasyonel bir habercilik anlayışının eseriyse -ki şimdilik öyle gözüküyor- ortada bir kişilik hakkı ihlali var demektir ve öyle sanıyorum ki yönetmen gereken tepkiyi verecektir. Ancak ben şu anda işin bu yönüyle ilgili değilim. Beni burada asıl ilgilendiren husus, bir kültür işçisinin çalışma esnasında yaşadığı bir sağlık sorununun hikaye edilme biçimi. Zira, ilk çıkan haberlerde, Foster'den hareketle söyleyebileceğimiz gibi, çalışmanın romantikleştirilmesi; sonradan gelen yalanlama haberlerinde ise çalışmanın katı gerçeklerinin üstünü örtme, bu gerçekleri gözlerden ırak tutma, gizleme çabası olduğu çok açık. Ancak bu kadar da değil. Bana kalırsa sonradan gelen "yalanlama"nın muammasıyla baş etmek, ilk haberdeki "iddianın" muammasıyla baş etmekten çok daha zor. Çünkü tam da burası, yazının ilk bölümünde varlığından söz ettiğim o hayalet-bedenin müstehzi bir ifadeyle bizi seyrettiği yer.
Varsayalım ki ilk haber, sanki ülkede gündem sıkıntımız varmış gibi, birkaç gazetecinin yaz sıcağında gündem yaratamama acizliğinin bir eseri olsun, en azından bu ilk haberdeki "...aşırı sıcakta günün en az 18 saatini sette geçirdiği" ifadesinin yazın bu en sıcak günlerinde buz gibi doğru olma ihtimali yüksek. Burada her ne kadar romantikleştirse de medyanın açık etmekten kaçınamadığı bir katı gerçeklik var. Oysaki sonradan gelen yalanma haberlerine kaynaklık eden, bir başka kültür işçisinin, dizinin başrol oyuncusunun "Sıcaktan, hak verirsiniz ki..." sözleri yazın bu en sıcak günlerinde kafamızı cayır cayır yakıyor... Dosdoğru söylemeliyim, yönetmenin iyi olduğuna çok sevinsem de, benden buna hak vermem beklendiğini sezdiğim andan itibaren yönetmen dahil olmak üzere setteki herkesin işinin başına döndüğünü duymak beni pek de sevindirmiyor...
Şimdi, size başka bir "muamma"yı daha hatırlatmak adına birkaç soru soracağım ve bu yazıyı belki ileride devam edebilme umuduyla bitireceğim: Zehra Sezgin'i, Tülay Ergildi'yi hatırlayanınız var mı? Hatırlayamamış olabilirsiniz, bu isimleri ilk duyduğumuz günlerden bugüne epey zaman geçti. Peki, biraz daha yakın tarihli bir başka soru; Selin Erdem'i hatırlayanınız var mı?
NOT: Metinde geçen kaynak için bkz., Braverman, Harry (2008). Emek ve Tekelci Sermaye. Çev. Çiğdem Çidamlı. İstanbul: Kalkedon.
* Evrim Yörük Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi