Son dönemde işyerlerindeki intiharların peşpeşe gelmesi herkesi sarstı. Siz sayının önemli olmadığını, tek bir vakanın durumun vahametini göstermeye yettiğini söylüyorsunuz, işyeri intiharları bize ne diyor?
Christophe Dejours: Tek bir ölüm dahi işyerinin işleyişi açısından trajedidir. Bugüne kadar, intiharların en çok görüldüğü toplumsal ve meslekî kategori tarım çalışanlarıydı. Tarımda çalışma alanı ile yaşam alanı farklı değildir. Tarım çalışanlarının intiharlarının ana sebebi yalnızlık olarak değerlendiriliyordu. Bugün, diğer üretim alanlarında da aynı sorunla karşı karşıyayız: Yalnızlık.
İşyerinde intiharlar 1990'ların sonlarında görülmeye başlandı ve o zamandan beri de artarak devam ediyor. Elbette daha önceleri de çalışma koşulları intihar sebebi olabiliyordu. Ama işyerinde intihar vuku bulmuyordu. Biri kendini ormanda asarsa, onu intihara götüren nedenler üzerine karmaşık bir akıl yürütmeye girişebiliriz. Ama işyerinde intihar ediyorsa, nedeninin iş olduğu aşikârdır.
Ayrıca, Marsilya'da intihar eden Telecom çalışanı gibi, intihar edenlerden bazılarının arkalarında bıraktıkları mektuplar da bu durumu açıkça ifade ediyor. O Telecom çalışanı daha yeni ücret artışı almıştı. İntiharın beklendiği bir psikolojik konfigürasyonla karşı karşıya değiliz; karşımızdaki, uzun süredir kırılgan bir kişiliğin semptomlarını gösteren, aşırı hassas, depresyon eğilimli, zaten bir kanadı kırık, işyerinde tutunmakta zorlanan biri değil.
Bu profile hiç uymayan kişilerin intiharlarıyla karşılaşıyoruz: İşinde terfi eden, belli bir sosyal çevresi olan, aile ilişkileri düzgün insanlar. Ama yakından incelediğinizde, çok derin bir yalnızlık duygusu yaşadıklarım görüyorsunuz. Eskiden yokken bugün işyerlerinde intiharlar oluyorsa, bir şey değişti demektir.
Bu durum şunu açığa çıkarıyor: Çalışmanın bütün sosyal dokusu, işyerindeki beraber yaşama hali, birbirini kollama, birbirine saygı, dostluk, hepsinin temelden ve derinlemesine yapısı değişiyor. Örneğin, bir müşteri hizmetleri biriminde, açık ofislerde, bir gazete bürosunda çoğu zaman çok sayıda kişi bir arada çalışıyor, ama her biri yalnız. Biri acı belirtileri, depresyon, üzüntü, huzursuzluk, gerginlik gösterdiğinde kimse kıpırdamıyor.
Eskiden, birlikte çalıştıkları birinin biraz kötü olduğunu gördüklerinde, meslektaşları hemen müdahale ederdi, "neyin var", "ne oluyor" diye sorulurdu. Dayanışma vardı; insanlar birbirlerine bakıyor, birbirlerini görüyor, birbirleriyle konuşuyordu. Bir arada yaşama, intihara karşı koruyucudur.
Çalışanın işyerinde tacize ya da ayrımcılığa uğraması, en zor işlerin üzerine yıkılması, alenî haksızlığa maruz kalması, bunlar çalışma dünyasında yeni şeyler değil. Yeni olan, böyle bir durumla karşılaştığınızda kimsenin kılını kıpırdatmaması. Öyle bir durumda, kolektif bir ihanete uğradığınızı hissediyorsunuz. Bu basit, sıradan bir yalnızlık değil, bir ihanet.
İntihar pek çok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucu olarak değerlendirilir. İşletmelerin yönetimleri de intiharları bireysel dramlar olarak niteleyerek bu yönü vurguluyor...
Genel olarak, bir inceleme sonucunda, isabetli bir şekilde intiharın tek bir nedeni vardır demek zordur. Fakat intiharın çok-etmenli olduğunu söylemek de topu taca atmaktır. Esasında, intihara götüren sebeplerin dizildiği bir yol gibidir bu süreç.
Çalışanın işle ilişkisinin tartışmaya yer bırakmayacak şekilde intihara sebep olduğu vakalar görüyoruz. Bu insanlardan bazılarının ailevî durumunun bir süredir krizde olması da mümkündür. Bu durumda, ev atmosferini zehirleyenin, eşle, çocuklarla ilişkilere sirayet edenin işle ilgili sıkıntılar olduğunu size izah edebilirim.
İşteki psişik durumunuzu eve taşırsınız. İş, özel hayatı, mahremiyete varıncaya kadar sömürgeleştirir. Tersi de doğrudur: Ciddi ailevî dertleriniz varsa, çoğu zaman işe yansır. İş ve iş dışı psikolojik açıdan bağımsız değildir. Bu nedenle, çok-etmenlilik, her ne kadar kullanışlı olsa da yanıltıcıdır.
Çalışma koşullarında, çalışma organizasyonunda temel olarak değişen ne?
Çalışma organizasyonundaki dönüşümün en temel unsuru, sözde bilimsel temellere dayandırılan, performansın nicel ve objektif ölçümü yoluyla bireysel değerlendirme yöntemlerinin uygulamaya konması.
Bu yöntemler insanları birbirleriyle rekabete sokuyor. Eğer bu değerlendirmeye bir takım yaptırımlar eklerseniz, bu basit bir prim bile olabilir, bir süre sonra insanlar bir arada yaşamayı bozan davranışlara girmeye başlıyor: Dostluğa, vefakârlığa sığmayan bir rekabet, belden aşağı vurmalar, iftiralar, imalar, şikâyetler, ihbarlar...
Eğer bunun üzerine bir de, değerlendirme sonuçlarına göre, "Bir sonraki tensikatta performans notu en düşük olanlar gidecek" diyerek işin kendisini kaybetme tehdidini eklerseniz, bu büyük gaddarlık. Aslında bu, düpedüz tehditle yönetim. Dolayısıyla insanlar korkuyor, birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duyuyorlar, dürüstlüğün, sadakatin yerini vefasızlık, ikiyüzlülük alıyor. Çalışma ortamının yapısı temelden bozuluyor.
İkinci bir etken de "toplam kalite". Çalışma bilimleri, çalışmanın hiçbir zaman planlandığı gibi gerçekleşmediğini, mutlaka öngörülmeyen aksaklıkların, arızaların, anomalilerin olduğunu ortaya koyuyor. Toplam kalite denen, bir ideal, var olmayan bir şey. Dolayısıyla, talimatla toplam kalite talep etmeniz, gerçekliğin inkârıdır.
Sonuç: İnsanlar yalan söylemeye, aksaklıkları gizlemeye mecbur kalır. Ahlaken tasvip etmedikleri, iç huzursuzluğu duymalarına neden olan davranışlara sürüklenirler. Ben bunu etik acı olarak adlandırıyorum. Bugün çalışma dünyasında etik acı muazzam boyutta.
Çalışmayı, emek sürecini yeniden düşünmenin entelektüel bir zaruret olduğunu söylüyorsunuz...
15-20 yıldır, "çalışma bilimleri bitti artık", "artık esas olan emek değil, yönetim" sözleriyle ve son derece büyük bir gönüllülükle çalışma meselesi derdest edildi. Temel toplumsal ve siyasal uzantıları olan bu yönetici vurgusu sadece siyasetçiler tarafından geliştirilmedi. Düşünürler, araştırmacılar, akademisyenler, kanaat önderleri de "emeğin sonu" tezinden yana tavır aldı. Emek, genel olarak çalışma, en itibarsız konumda.
Eğer tıp alanındaysanız, kalp, cerrahi, genetik dallarındaysanız, gayet şık bir durumdur; ama çalışma hekimiyseniz en altta bile değilsiniz; cinsellik psikologu, çocuk psikologu, evlilik psikologu, hepsi gayet hoştur, ama çalışma psikologuysanız burun kıvrılır... Emeğin, çalışmanın itibarsızlaştırılması yönünde top-yekûn bir toplumsal hareket var.
Disiplinlerin tarihsel süreci açısından da önemli bir değişiklik olduğunu söylüyorsunuz. Siz de çalışmanın psikopatolojisinden -çalışma kaynaklı zihinsel hastalıkların incelenmesinden-, çalışanların hastalanmamak için nasıl davrandığı sorusunu araştırdığınız çalışmanın psikodinamiğine geçtiniz; araştırma alanınız, zihinsel hastalıklardan insanların delirmemek için geliştirdikleri savunmalara kaydı. Kitabınızda normalliğin kolay olmadığını anlatıyorsunuz. Normalliği nasıl tanımlıyorsunuz?
Esasında, muamma olan normallik... Normallik ile sağlıklı olmak farklı şeyler. Sağlıklı olmak bir ideal. Araştırmalar insanların tam sağlıklı olmadığını, bir ara durumu, kabul edilebilir bir uzlaşmayı koruduklarını gösteriyor. Burada, "kabul edilebilir"lik önemli.
Bir durum, verili bir anda, toplumsal ve tarihsel bir bağlama referansla normal, kabul edilebilir olarak değerlendirilir; toplumsal zaruretler, baskılar ya da imkânlar çerçevesinde çeşitli uzlaşmalar vardır.
Normallikle sağlıklılığı birbirine karıştırmamak lâzım; bizim mücadele ettiğimiz, normallik. Normallik bir uzlaşmadır, hastalanmak çok daha kolaydır, ölmek hayatta kalmaktan çok daha kolaydır. Hastalıklara, enfeksiyonlara, kazalara karşı mücadele etmek gerekir, ihtiyatlı olmayı öğrenmek gerekir: Normallik ele geçirilen, elde edilen bir şeydir. '60'lı, '70'li yıllar kuşağı için normallik, konformistler üretmeye varan bir şeydi, hiç de matah sayılmazdı. Başkaldırı, anti-otoriterlik, bizatihi delilik toplumsal muhalefetin taşıyıcıları olarak görülüyordu.
Ancak kendinden çok şey vererek normal kalınabilir. Normallik, toplumsal normları kavrayabilme kapasitesini içermenin ötesinde, bunlara dahil olabilmeyi, rıza göstermeyi, muvafakat etmeyi içeriyor.
Dolayısıyla, normal olmak rıza göstermek mi demek?
Sadece bu kadar değil, ama bir kere bunu varsayıyor. Normal olan kişi normlara sadece rıza gösteren değil, o normları kuran, geliştiren, onlara katkıda bulunan kişidir.
Normallik normlara rıza göstermemi ve onlara bireysel ve kolektif katkılarda bulunmamı gerektirmekle kalmıyor, ayrıca bunu birçok farklı norm sisteminde yapabilmemi gerektiriyor -çünkü istesek de, istemesek de farklı normatif sistemlere aitiz. Okulun normatif sistemiyle evinki aynı değil, işyerinin normatif sistemiyle okulunki de aynı değil ya da şirketin normatif sistemiyle ordununki aynı değil...
Sonuç olarak, normları birbirinden çok farklı, hatta bazen tamamen zıt birden fazla dünyaya aitiz. Dolayısıyla, normallik "iyi-olma" ile hastalık arasında büyük ustalıkla kurulan bir uzlaşma olarak ortaya çıkıyor: Hastalık ile acıyı zaptetmek, yatıştırmak, dengelemek için geliştirilen savunmalar arasında bir uzlaşma. Normalliği sağlayan, acı ile savunmalar arasındaki işte bu uzlaşma.
Normalliği hastalık ile iyi olma arasında bir psişik hal, bir uzlaşma olarak tanımlayınca, çalışmanın psikodinamiğinde klinik neyle ilgileniyor?
Çalışan insanların acıyı dengelemek ya da zaptetmek, bastırmak için icat ettikleri ve geliştirdikleri, çok mahirce, çok farklı biçimlerde, çok yaratıcı savunma stratejileri var. Bunları incelerken, kolektif savunmalar olduğunu gördük. Daha önce, insanların acılarla mücadele etmek için savunma stratejileri icat etmek üzere işbirliği yapabildiklerini bilmiyorduk.
Sonuçta, herkesin acısı müstesna; ortak nedenleri, ortak dertleri olsa da herkes acısını bir diğerinden farklı yaşıyor. Zihinsel patoloji alanından normalliğin incelenmesine geçerken disiplinin adını da değiştirdik: Çalışma psikopatolojisinden çalışmanın psikodinamiğine geçtik.
Bir anda deli olmuyoruz, hemen hastalanmıyoruz, çünkü bireysel ve kolektif olarak savunma stratejileri icat etme kabiliyetimiz var. Bireysel stratejiler o kadar esrarengiz değil, psikanaliz ve genel klinik psikoloji sayesinde bu konuda çok uzun süredir epey bilgi sahibiydik.
Çalışanların savunma stratejilerini analiz ederken, bu savunmaların yetmediği durumda acı çekmelerinde, çalışma örgütlenmesinin baskılarının rolünü görmemiz mümkün oldu. Bazıları "Bize habire acıdan bahsediyorsunuz, ama acı yok ki" diyordu. Haksız da değiller, çünkü savunma mekanizmalarıyla denetlendiği için acı her zaman görünmüyor. Ötekinin acısını çoğu zaman görmüyorlar. Acıyı görmemek için hissizleşme, duyarsızlaşma gerekiyor. Ve bu noktaya gelinebiliyor.
İnsan kendi acısını görmeyebilir mi?
Kesinlikle. Burada çok önemli bir mesele var. İnsan kendi acısına erişemiyorsa, önce acısını hissetmekte, sonra onu düşünmek ve onun hakkında konuşmakta özgür değilse, ötekinin acısını da görmüyor. Bugün adaletsizliğe ve başkalarının acılarına karşı nasıl böylesi müsamahakâr bir noktaya geldik ki?
Kendi acımızı tolere ettiğimiz için mi?
Kesinlikle! İnsanlar kendi acılarına karşı kendilerini savunmak için zırh kuşanmak mecburiyetindeyse, ötekinin acısına duyarlı olamazlar. Savunma stratejileri ötekinin acısını hissetmemek için geliştiriliyor, çünkü buna katlanamıyoruz. Sosyal hizmetler görevlisi olarak, iş bulma kurumu gibi yerlerde çalışan ve zihinsel hastalarla, bedensel hastalarla ya da işsizlerle sürekli temas halinde olanları, bir de, bizzat acı çektirdikleri insanlarla temas halindeki profesyonelleri düşünün...
Kitabınızda beyaz yakalılara dair söyledikleriniz çok ağır; çalışmaya devam etmek için, ötekinin acısına duyarsız olmaları gerektiğini anlatıyorsunuz...
Başka türlü nasıl devam edebilirler? Nasıl dayanabilirler? Ama devam ediyorlar, ötekinin acısına hissizleşerek devam ediyorlar. Bu da kısmen kendine karşı hissizleşmekle oluyor -elbette onların acısının kurbanlarının acısıyla aynı olmadığını da belirtelim.
Bu insanların tam bir "bölünme" yaşayabildiklerini, iş dışında gayet hassas olabildiklerini yazıyorsunuz...
Bazıları hakikaten çok aşağılık, işyerindeki gündelik tavırları kaba, çıkarcı, iğrenç olduğu gibi, özel hayatlarında da pek farklı değiller, kadınlarla, herkesle ilişkileri, trafikteki, her yerdeki halleri iğrenç. Demek ki bölünme yaşamayan insanlar da var! Diğerleriyse bölünmeyi becerebiliyorlar; onları evlerinde gördüğünüzde işyerindeki tavırlarını aklınızdan bile geçirmezsiniz.
Böyle bir ikili işleyiş düzenini oturtmayı nasıl başarıyorlar? Psişik açıdan bu zaten bir sorun. Ama toplumsal açıdan, özel varlığı ile toplumsal varlığı arasında, aile içindeki özne ile işyerinde büründüğü rol arasında bu kadar radikal bir kopuşla, böyle iki farklı düzeyde var olma kabiliyetindeyse insan, hiçbir sınır yok demektir.
Anlattıklarınız, zihnin geri kalanı gayet normal işlerken tek bir bölgeyi etkileyen deliriyum'u akla getiriyor...
Hiç deliriyum yaşamayan psikotikler vardır; onların deliriyum yaşamamasının nedeni, en şiddet yüklü, en acımasız, en korkunç yanları da dahil gerçeklikle kurdukları aşırı-uyumdur, bu sayede sıhhatli ve sağlam kalırlar. Mesela işkenceciler, savaş zamanında, zulme maruz kalmak ile zulmetmekten ibaret bir deliler dünyasında yaşarlar, çıldırtıcı bir ortamdır bu. Öte yandan, bunlar gayet kibar, nazik insanlardır, nezaketlerinin tek kaynağı da her gün ötekine yaşattıkları bir doz ıstıraptır; günlük ıstırap yaşatma dozlarını alırlar ve rahatlarlar.
Psiko-klinik açısından soru şudur: Nasıl oluyor da çok kalabalık topluluklar, bütün bir nüfus "ben"in bölünmesi modeline göre davranabiliyor? Bu insanların hepsinin sapkın olduğunu düşünemeyiz, bu mümkün değil.
Peki nasıl yapıyorlar bunu?
Bu bölünme, bireysel stratejilerle değil kolektif savunma stratejileri üzerinden sağlanabilir. Bu temel bir nokta. Kolektif stratejileri tek başına taşımıyorsun; dolayısıyla da ne icadını ne de sorumluluğunu tam olarak üstlendiğin sıradanlaşmış, normalleşmiş bir sapkınlık gibi.
Bir yanda sistemlerini dayatan normopatlar, onların karşısında da delirmemek için savunma stratejileri geliştirenler mi var?
Ve aynı zamanda rıza var! Esas mesele bu. Bu bir etik sorun, ama aynı zamanda pratik de bir sorun, çünkü insanların tutumlarına etki ediyor. İnsanların savunma mekanizmaları karşısında ne denebilir ki?
Bu savunma mekanizmaları olmasa, kendilerine acı verenle aralarındaki ilişkiyi üstlenmeleri, acılarının, böyle devam edemeyeceklerinin bilincine varmaları gerekecek. Bize sunulan şartlarda çalışmaya devam edebilmek için, savunma stratejilerimizi kullanmak zorundayız. Ötekinin acısına fazla duyarlıysanız, çalışamazsınız.
İnsanların savunma stratejilerine ancak saygı duyabiliriz, ama -zira burada önemli bir ama var- bu savunmalar etkili olduğunda, bir anestezik işlevi görüyorlar, ki bu da bir hastalık halinde, acı karşısında istenmeyen bir durumdur. Ülseri olduğu için midesi ağrıyan birine kuvvetli bir anestezik verirseniz, ağrısı kaybolur, ama ülser deliğini oymaya devam eder ve birden hasta şiddetli bir kanama geçirir ve ölür. Yani savunma, hastalığın devamını sağlamıştır.
Savunmanın "sapkın", ters bir etkisi var. Sonuçta savunma, acıya karşı aşırı tolerans geliştirilmesine neden oluyor ve yabancılaşmaya götürüyor. Savunma mekanizmaları yön değiştirir ve acının suç ortaklığının etkeni haline gelir. Sistemi ayakta tutan, sağaltan, işleyişini sürdürmesini sağlayan da çalışanların işyerindeki yeni çalışma örgütlenmelerine bağlı olarak ortaya çıkan yeni acıyla baş etmek için icat ettikleri kolektif savunma stratejileridir, işte paradoks da burada.
Yeni acı biçimleri, günümüzün çalışma organizasyonuyla bağlantılı; bu organizasyon, aynı zamanda genel olarak yeni yönetme biçimi. Dolayısıyla bu olgu, şirketleri, işletmeleri olduğu gibi, devleti de kapsıyor.
Çalışma organizasyonundaki yeni durum çalışanların bildiğimiz anlamda örgütlenmesini zorlaştırıyor...
Eskiden, şirkette bir bölüm şefi, fabrikada bir ustabaşı birisine haksızlık yaptığında, eziyet ettiğinde, bir ayrımcılık, çalışma hakkının ihlâli söz konusu olduğunda, bunun kötü olduğunu herkes bilirdi. İnsanlar adaletli olmaya yöneltilebilir, bir dayanışma hareketi başlatılabilir, bir şey yapılabilirdi. Bugün ise bütün bu haksızlıklar, ihlâller meşru kabul ediliyor. Tehdit, yönetmenin temel ilkesi haline geldi. Ne adına? Ekonomik kriz adına, rekabet adına...
Sistem korku üzerinden işliyor. Yeni çalışma organizasyonlarıyla, neoliberal dönüşümle, 1980'lerin başından itibaren, çalışma hayatına korku hâkim oldu. O dönemden beri, finansal faaliyetler serpildi, borsa yükselişe geçti ve bir daha da düşmedi. Burada devlet çok temel bir rol oynadı ve oynuyor.
Çalışanların korkusu kitleselleşen işsizlikle bağlantılı değil mi?
İşsizliğin kitleselleşmesine gerek yok. İstihdam krizi '70'li yıllarda başlamıştı, '80'lerin ortalarına doğru çok ilerlemişti. İnsanlar bütün bunları nasıl kabullendi? İşten çıkarma tehdidi, çalışanların güvencesizliği, acıları, işsizlerin varlığı, sefaleti kullanılıyor; çalışanlara "Sizden beklenene boyun eğmezseniz, uyum sağlamazsanız, tutunamayanlar ordusunu boylarsınız" deniyor.
Artık çalışanlar da, hatta kamu sektöründe çalışanlar da dahil, herkes "prekaryalaşma" tehdidi altında. Telecom'da, demiryollarında, elektrik idaresinde çalışanlar da endişe, korku, yılgı içinde yaşıyor. Kamu sektöründe çalışanlara baskı uygulamak, aralarındaki bağı kırmak çok kolaylaştı.
Kırmaktan söz ettiğinize göre, çalışanlar aralarında bir bağ oluşturmuşlar, öyle değil mi?
'80'lerden beri çalışma dünyasının temel yapısını oluşturan unsur korku, işten çıkarılma tehdidi, prekaryalaşma endişesi. Şirketlerde, hatta kamu işletmelerinde beyaz yakalılar böyle yetiştiriliyor.
Bundan tamamen bağımsız olmayan ama daha farklı bir korku daha var, o da tutunamama, tutturamama korkusu; performansı tutturamama, ritmi, hedefleri tutturamama, uyum sağlayamama, teknolojik gelişmelere ayak uyduramama korkusu...
Çünkü tehdit ve güvencesizleştirme sistemi ölçüm sistemiyle içice. Ölçümün başlıca işlevi çalışanlara korku salması. Her şeyin ölçüye tâbi tutulması büyük tehdit. Ölçüm, değerlendirme denen şeyse tamamen keyfî, rastlantısal. İnsanlar kendilerinin ölçülmesi için gerekli verileri kendileri üretiyorlar, bunları enformasyon haline getiriyorlar, bilgisayarlara yüklüyorlar... Sonra bu, başka birileri tarafından ölçülüp değerlendiriliyor... Ölçülenlerin tartışma, müzakere etme hakkı yok. Herkes bir üstü tarafından, gizlice değerlendiriliyor...
Tehdit boyutu bir yana, emek ölçülemez. Emeğin ölçülmesi büyük bir çalışma hakkı ihlâlidir, suçtur. Emeğin, işin sonuçları ölçülebilir ancak, ki o da her zaman değil. Çalışmanın esası, sonunda doğruyu bulana kadar bir yığın yanlış yolu denemek için öznelliğin seferber edilmesidir; bu hatalı, yanlış yollar, başarısızlıklar sayesinde çözümü bulabilirim ancak, ama bu gözle görülmez. Çalışmanın özünü öznellik ve görünmez olan oluşturur. Görünmez olan da ölçülmez. Acı da görülmüyor. Hazzı, zevk alınıp alınmadığını görmezsiniz, gördüğünüz bir davranıştır, bir gülümsemedir.
Çalışmanın, emeğin ölçülmesi utanç verici bir durum. Bu sahte bir bilim, alenen yalan. Bütün bunların gerisinde, işbirliği yapan koca bir bilimciler ordusu var: Her şeyi ölçebileceklerini, sayıya vurabileceklerini iddia eden yığınla psikolog, sosyolog, mühendis! Ve üstelik bir de artık emek diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar...
Bir tarafta mağdurların, onların karşısında da bir avuç sapkın tabiatlı gaddarın olduğu düşüncesi elbette doğru değil. Bu sistemin işlemesi için onu çalıştıracak yığınlarca insan lazım. Fotoğraflarla bezeli, sözde-makalelerle dolu iç yazışmaları uyduracak, dergileri, yayınları çıkarmak için gece gündüz çalışacak yığınla insan lâzım ve herkes bu işbirliğini yapıyor.
Sözde-ölçümleri yapmak için yığınla insan lâzım. İşten çıkarmakla tehdit etmek için yığınla insan lâzım. "Daha fazla gayret etmezsen işinden olursun" demek için yığınla insan lâzım. Çok fazla insanın işbirliği yapması, coşkularını, enerjilerini, heveslerini sisteme katması lâzım.
Yani sistemi biz mi ayakta tutuyoruz?
Bu çok temel bir nokta. Hiçbir sistemin kendi başına işlemediğini onyıllardır biliyoruz. İki dünya savaşı arasında geliştirilen siyasal sosyoloji teorisinden, örgütlenme sosyolojisinden biliyoruz. Sadece buyrukların yerine getirildiği, kurallara uymakla yetinildiği, şevkin, isteğin, hevesin olmadığı bir durumda sistem işlemez. En iyi ihtimalle, arızalanır, durur; en kötü ihtimalle infilak eder. Çernobil meydana gelir!
Sovyet sistemi, milyonlarca insanın şevk ve hevesinden faydalanamaz olduğunda düştü; birden, şiddetsiz bir şekilde durdu. Bir sistemin işlemesi için insanların prosedürleri, kuralları bilmesi yetmez; bunları alt üst etmeleri, değiştirmeleri, zekâlarını, hünerlerini ortaya koymaları, yani sistemi yaratıcılıklarından faydalandırmaları, işbirliğini icat etmeleri gerekir. Bireysel düzeyde beceri ve hüner, kolektif düzeyde ise işbirliği.
İşbirliği buyurulmaz, bir reçetesi yoktur, şartları kesin tayin edilmemiştir, insanlar bulur bunu. Buna da şevk denir. Sistem ancak insanlar zekâ ve öznelliklerini katarak onu çalıştırmaya rıza gösterip muvafakat ettikleri takdirde işler.
Bugün yaşadıklarımızın sistemin bir sonucu olduğu, ekonomik sistemin, piyasanın bir sonucu olduğu ve dolayısıyla yapacağımız bir şey olmadığı söyleniyor bize. Bu baştan aşağı bir yalan. İnsan bilimlerinde kırk-elli yıldır bildiğimiz şeyin sonuçları bunlar: Hiçbir sistem, hiçbir kurum, hiçbir şirket, hiçbir devlet, hiçbir ordu sadece sistemin iç mantığının gücüyle ya da mekanik diyebileceğimiz işlemlerle çalışmaz. Kendi kendini dayatan bir iç mantık yoktur, onu ortaya koyan, işler kılan insanların katkısıdır.
Nazi savaş suçluları Nuremberg Mahkemesinde yargılanırken, hepsi sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirdiklerini söylediler. Yalan söylüyorlardı. Halbuki şevk göstermişlerdi Aksi takdirde, Nazi sistemi asla işlemezdi. Bugün de insanlardan şirketlerde, işletmelerde, kendi kendilerineyken onaylamadıkları, kınadıkları, ayıpladıkları, günah olarak gördükleri icraatlara katkı da bulunmaları, iştirak etmeleri isteniyor ve insanlar katkıda bulunuyor.
Peki ama, böylesi bir sisteme onca kişinin katkısı nasıl sağlanıyor?
Burada, psikolojik ve ahlâkî bir sorun var. Ahlâkî sorun, insanın kınadığı bir eyleme katkıda bulunması ile ahlâk duygusunun gerekleri arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor.
Pek çok uzman, insanların dışsal zorlamalar sonucu böyle davrandıklarını, dolayısıyla ahlâkî meselenin onları içermediğini söyleyerek bu çelişkiyi bertaraf ediyor.
Gelişmemiş, indirgenmiş bir model insanı veri alarak düşünmektir bu. Sadece rantabilite hesabı yaparak hareket eden "homo economicus", hesap makinesine indirgenmiş insan. İnsan modelinin basitleştirilmesine katılmıyorum. Ben bir özgürlük marjına sahip olduğumuzu düşünüyorum. Özgürlük yoksa sorumluluk da yoktur.
Yarın şehrinizin üzerinde bir atom bombası patlarsa, madem ki insanlar kendilerini aşan davranışlara göre hareket ediyor, bir sorumlu aramanızın da mânâsı yoktur. Eğer işinizde bir hata yaparsanız, hastanızı öldürürseniz mesela, bu sizi aşan belirleyenlerin bir sonucudur... Öyle mi? Oysa insanlar sorumludur, çünkü özgürdürler.
Psikopatolojik klinik tecrübesi, insanların çoğunun esnemeye gelmeyen katı bir ahlâk duygusu olduğunu ortaya koyuyor. Nevroz patolojileri de bunu doğruluyor. Ahlâkî anlamda sadakat, zihinsel patolojinin başlıca kaynaklarından biridir. Ben insan modelini basitleştirmiyorum ve -sapkınlar ile paranoyaklar haricinde- insanların çoğunun bir ahlâk duygusu olduğunu kabul ediyorum. Sisteme şevklerini, hünerlerini, enerjilerini, coşkularını, heyecanlarını, yaratıcılıklarını, zekâlarını verenler de bu insanlar.
Neden böyle bir şevkle davranıyorlar?
Çünkü ahlâkî çelişkinin ötesinde, duygusal ve psişik bir çelişki de var. Ahlâkî çelişki, psişik ve duygusal bir acı doğuruyor. İdarenin talebi üzerine, servisimde görevli meslektaşlarımdan dördünü tazminatsız işten çıkarılmaları için seçmeyi, yani hata ve kusurlarını kabul edersem, yıllardır beraber çalıştığım, beraber öğle yemeği yediğim insanlara bunu yapmayı kabul edersem, bunu canı gönülden yaptığımı mı sanırsınız? Bunu kabul ettiğim andan itibaren biliyorum: Ben bir alçağım. Trajik bir acıdır bu. Kimim ben, bunu nasıl kabul ediyorum? Bu son derece ağır bir psişik sorun, etik bir acı. Psişik acı ile etik acı eşanlamlı değildir.
Ve işte burada, en umulmadık keşif ortaya çıkıyor, ahlâk duygusunu uyuşturarak bu acıya karşı anestezi olabilecek savunma stratejilerinin varlığını keşfediyoruz. O noktadan itibaren, ötekine verilmesine katkıda bulunduğum acıya duyarsız hale geliyorum, çünkü kendi acımı, bir alçak olmanın, adi bir adam olmanın acısını uyuşturmayı başardım. Bu, zincirin ara halkası. Çalışma en kötüyü doğuran bir alan haline geliyor; işyeri bugün ötekine acı vermeyi öğrendiğimiz laboratuar. Devletin '80'lerin başından beri yaptığı gibi, şirket modelini dolaşıma sokarak toplumsal adaletsizliği sıradanlaştırmayı, onunla işbirliği yapmayı öğreniyoruz.
Neoliberalizmi analiz ederken keşfedilen bu ara halka, çok temel. Totaliter sistemlerin işleyişinde daha önce teşhis edilemeyen bir süreçti bu. Totaliter bir sistemin işlemesi için de insanların şevki gerekir. Milyonlarca kişinin iştiraki olmasa Naziler ölüm trenlerini kaldıramazdı. Bugüne kadar totaliter sistemlerde işbirliğinin, kötünün öğrenilmesinde çalışmanın temel rolü tam olarak anlaşılamamıştı. Genel olarak totaliter sistemlerin temel ara halkasını neoliberal sistem üzerine çalışırken keşfediyoruz.
Daha ara noktalar yok mu?
Bu sistemde mümkün olan iki mantık var: Tehdide dayalı yönetim ve ödüllendirmeye dayalı yönetim. Bunların ikisi de sürekli artışı gerektirir. Yani tehditle bir hizmet elde ediyorsanız, verimliliği artırmak, sistemin devamını sağlamak için tehdidi artırmanız gerekir. İnsanları ödüllendiriyorsanız, onlara mükâfat, prim vs. veriyorsanız, bunu da artırmanız gerekir.
İki mantık arasındaki fark, tehdidin sınırı vardır ama ödüllendirmenin sınırı yoktur. İstediğiniz kadar mükâfat verebilirsiniz ama bir yerden sonra tehdit edemezsiniz. Bir an gelir, sınıra dayanırsınız. Sovyetler Birliği'nde bu oldu ve sistem çöktü, üretim durdu. Bu ekonomik krizdir.
Bugün işleyiş tam tersi yönde. Ekonomi gayet iyi işliyor, buna karşılık gittikçe daha kötü yaşıyoruz. Zenginlikler hızla artmaya devam ediyor ama gittikçe daha fazla yoksul var, daha da artacak. Ekonomik refah arttıkça yoksullar da artacak. Zenginleşen insanlar ve yükselen borsa karşısında düzenleyicilik rolünü eskiden devlet üstleniyordu. Ama devlet geri çekiliyor, zenginlik arttıkça paylaşımdaki eşitsizlik de artıyor. Bu sistem yıkıma götürür. Bununla birlikte, her şeyi yıkması için çalışacak hiç kimsenin kalmaması gerekiyor, o noktada değiliz. Daha çok uzun süre böyle devam edebilir. Bir kere daha vurguluyorum, bu sistem çoğumuzun, çoğunluğun işbirliği ve iştirakiyle işliyor, başka türlü işleyemez. Bireysel düzeyde ama asıl önemlisi kolektif olarak bunun üzerine düşünmeliyiz.(Sİ/BB)
_______________________________________________________________________
* Derleyen: Siren İdemen
* Fransa'da 1996'da özelleştirilmeye başlanan Fransız telekomünikasyon şirketi France Telecom'da Ocak 2008'den Aralık 2009'a, iki yılda 32 çalışan intihar etti. Özelleştirmeden bu yana esnek çalışma modeli, şirket içi genel rekabet ilkesi, güvencesizleştirme uygulanıyor... Psikiyatr ve psikanalist Christophe Dejours, pek çok kitabının yanı sıra 1998'de yazdığı "Souffrance en France -La Banalisation e l'injustice sociale" (Fransa'da Acı -Toplumsal Adaletsizliğin Sıradanlaşması) ve 2009'da yayınlanan "Silicide et Travail - Que faire?" (İntihar ve İş -Ne Yapmalı) adlı kitaplarıyla çalışma dünyasının ölümcül sorunlarını inceliyor.