Dünyanın genelinde Arap Baharı diye adlandırılan sürecin başlangıcından bu yana savaş, silahlı çatışmalar, uluslararası krizler giderek artıyor. Buna yeni bir dünya savaşı adı verebilir miyiz, yeni bir yeniden paylaşım savaşı ile karşı karşıya mıyız?
Evet ya da hayır demeden önce gerilim, çatışma ve savaş bölgelerine kısaca göz atalım. Güney Çin denizinde bir süredir devam eden ABD-Çin gerilimi, Japonya’nın anayasasını değiştirerek militarizme yönelmesi, zaman zaman Kuzey Kore - Güney Kore - ABD ve Japonya’nın da dahil olduğu gerilimler. Yine Uzak Doğu’da Çin’e karşı Filipinler'le ABD arasında varılan 10 yıllık askeri anlaşma. Filipinler'de halen Yeni Halk Ordusu ve bazı İslamcı gruplarla çatışmalar sürüyor. Endonezya, Bangladeş gibi ülkelerde de gerilla isyanları söz konusu.
Tayland askeri darbe sonrası görece sakinleşmesine rağmen bu ülkede de Müslüman gruplarla çatışma ve bombalamalar gündemde. Myanmar, yeni yapılan seçimlere rağmen bu ülkede bağımsızlık ve veya otonomi için mücadele eden on beş gerilla örgütü bulunuyor. Müslümanlara dönük katliamlar da gündemde.
Çin Sincan bölgesinde zaman zaman çatışmalar gündeme geliyor. Afganistan ve Pakistan’da yıllardır süre gelen çatışmaların yakın zamanda barışçıl bir tarzda sonuçlanma olasılığı gözükmüyor.
Hindistan’da Maocu gerillalar geniş bir alanda etkinliklerini sürdürüyorlar. Arap yarımadasında Yemen’de Husi halk hareketiyle Suudilerin oluşturduğu koalisyon arasında savaş sürüyor. Irak ve Suriye toprakları, Mısır, İsrail-Filistin Orta doğuda süren savaşın farklı cephelerini oluşturuyorlar. Türkiye’deki Kürt isyanı ise zaten malumunuz.
Daha kuzeyde ise Ermenistan-Azerbaycan zaman zaman çatışmaya dönüşen gerilimi (Ermenistan’da Rusya’nın eskilerine ilaveten yeni askeri üsleri gündeme aldığını aynı zamanda bir hava savunma sistemi kurmaya hazırlandıklarını anımsatalım. Tabii bu gelişmelerin odağında Azerbaycan’dan çok Ortadoğu ve Türkiye var) ve Ukrayna’da ara verilen savaş örnek gösterilebilir. Kafkaslar’da ise Dağıstan ve Çeçenistan gerilimleri.
Afrika ülkelerinin güneyi hariç neredeyse tamamında zaman zaman uluslararası boyut da kazanan iç çatışmalar ve anlaşmazlıklar söz konusu. En görünür olanları Nijerya, Libya ve Orta Afrika Cumhuriyeti.
Dünyanın batısı ise daha çok cephe gerisi özelliği gösteriyor. Güney Amerika’da Kolombiya’daki müzakere sürecinin paralelinde yürüyen çatışmaları, Peru ve Paraguay’daki sınırlı gerilla etkinliklerini saymazsak buraların şimdilik barışçıl olduğundan söz edebiliriz. Meksika’da ise Zapatistalar ve diğer silahlı gruplarla devletin arasında şu anda çatışma yok. (1)
Elbette yukarıda saydığımız gerilla hareketlerinin çoğu kökü çok daha eskilere dayanan mücadele geleneklerinin üzerine oturduğu bir gerçek. Yani aktüeldeki çatışmalarla doğrudan ilgili değil. Fakat onların da yoğun çatışma, uluslararası savaş durumundan etkilenmeleri kaçınılmaz.
Peki, bu çatışmaları ve savaşları birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla karşılaştırdığımızda aynı boyutta olduğunu söyleyebilir miyiz? Yaygınlık ve çatışmaların şiddeti açısından elbette bundan söz edemeyiz. Fakat bugün geçmişten farklı olarak açıktan cephelerin varlığından da söz edemeyiz ama bu çatışmaları iç savaş gibi kavramlar içine hapsetmek gerçeği yansıtmaktan bir hayli uzak olur. Birçok örnekte görüldüğü gibi, Suriye, Ukrayna ve Libya’da devam etmekte olan çatışmalar bu durumun tipik örnekleridir. Doğrudan tarafların karşı karşıya gelmediği bu savaşlar, adeta vekil ordular aracılığıyla yürütülmekte. Peki, bu durumu nasıl adlandıracağız? Bir dünya savaşı mı? Ya da bir arkadaşın söylediği gibi "Düşük yoğunluklu emperyalist paylaşım savaşı", "Yeni bir dünya savaşının enerji birikimi veya boşalımı" mı diyelim? En iyisi bu bir tartışma başlığı olmaya devam etsin.
Burada daha sonra değineceğimiz postmodern karakter tartışmasına geliyoruz. Ama önce bugün yeniden neden bir paylaşım savaşı gündeme geldi buna bakalım.
Çatışmaların belirleyenleri
İlk neden olarak Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası ABD’nin dünya üzerinde kurduğu tek kutuplu hegemonyayı sürdürememesinden söz edebilir.(2) Çin giderek ekonomik yarışta ABD’yi zorluyor. Özellikle bugün Afrika’nın ve Orta ve Güney Amerika’nın genelinin Çin’in ekonomik işgali altında olduğundan söz etmek yanıltıcı olmaz. Bölge petrol vb. kaynakların yanı sıra Çin’in yiyecek ihtiyacını karşılıyor. Yeni yapılmakta olan Nikaragua üzerinden açılan Pasifik ve Atlas okyanuslarını birleştiren kanal projesinin yanı sıra, yine benzer amaçla Brezilya ve Peru’yu yani kıtayı enine kat edecek olan demir yolu ağı hem Çin tarafından yapılmakta hem de Çin’in ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyor. Elbette bu projelerde başka ortaklar da var, fakat belirleyici pozisyonda olan Çin.
Doğal olarak ABD Çin’in artan etkinliğinden rahatsız oluyor. Ve karşı politikalar geliştiriyorlar. Örneğin her ikisinin de Kolombiya’daki müzakere süreciyle yakından ilgilenmesi sanırım tesadüf olarak yorumlanamaz.
Afrika’ya gelince Libya’da en çok kaybedenin Çinli sermayedarlar olduğu biliniyor. Çin’in hem ekonomik hem de siyasal ağırlık kurduğu kimi ülkelerde ise iç çatışmaların ya da silahlı saldırıların artması dikkat çekiyor. Boko Haram, El Şebap vb örgütler, her ne kadar bu yapılar kendilerini küresel cihadın bir parçası gibi görseler de uğraşlarının objektif karşılığının Orta Afrika’da Çin’in rahatını bozmak olduğunu söylemek yanlış olmaz. ABD, Fransa gibi ülkelerin bölgeye ordularıyla müdahale etmesini de kolaylaştırıyorlar. Buna karşılık Çin bu yıl Güney Sudan’a 700 kadar asker göndererek, kendi “pasif” dış politikasında bir istisnaya imza attı. Son günlerde ise Çin’in Doğu Afrika’da Cibuti’ye 10 bin kişilik bir askeri üs kuracağı açıklandı. Bunun gerekçesi olarak Çin gemilerinin güvenliği gösteriliyor. ABD’nin de bu ülkede askeri üssü bulunuyor. Ülke petrol geçişi açısından önemli olan Aden körfezinde bulunuyor.
Mevcut çatışmalı durumu belirleyen ikinci neden hem ilkinin sebebi ve hem de sonucu sayılabilecek ekonomik kriz. Mevcut kapitalizm sürdürülebilir bir çerçeveden çıktığını bir kere daha gösteriyor ve dolayısıyla yenilenmek için yeni kurbanlar arıyor. Bu bir taraftan yeni pazar alanlarının açılması (İran’la yapılan nükleer anlaşması da bu çerçevede değerlendirilebilir) bir yanıyla nüfusun seyrekleştirilmesi, bir yanıyla da Avrupa kapılarına dayanan göçmenler örneğinde olduğu gibi kimi ülkeler (Almanya bu konuda başı çekiyor) ucuz iş gücü olarak değerlendirilmeleri söz konusu.
Bu süreçte pazarda aslan payına sahip olanlarsa silah ve petrol tüccarları.(3) Bu kesimlerin egemenliğindeki ABD’nin elbette savaş endüstrisini geliştirecek olan girişimlerden uzak durması beklenemez.
Çatışmaların görünür bir diğer nedeni ise etnik ve dinsel ayrımlar. Bu birçok yerel çatışmada belirleyici gibi gözükse de gerçekte çatışmada gerçeği perdelemek için ya da tarafları pekiştirmek için kullanışlı bir unsur olarak ileri sürülüyor. Bu durum Ortadoğu’ya Suriye, Irak ve Yemen’e baktığımızda daha rahat gözükebilir. Yemen’de temel belirleyeni yoksulluk ve yönetimden dışlanma çerçevesinde gelişen Husi isyanı, İran’ın Şii inancıyla bağlantılandırılmış, Husiler terörist ilan edilmiş ve uluslararası müdahale bunun üzerinden meşrulaştırılmıştır. Gerçekte ise Suudi-ABD kuklası adaletsiz yönetime karşı olan bir isyan vardı ortada. Bugün nitekim gerçek teröristler Yemen El Kaide’si ve DAİŞ Yemen’de Suudilerin koruması altında Husilere karşı savaşıyor.
Irak ve Suriye’ye gelince burada olan biteni Şii-Sünni kutuplaşması üzerinden tanımlamak, olanı biteni 30 yıl savaşlarına (4) benzetmek, durumu olağanlaştırmaya ve gerçekte cereyan eden paylaşım savaşını perdelemeye yarıyor. Hele hele her şey çok ortadayken olan biteni hala “iç savaş” olarak tanımlamak manipülasyonun dik alasıdır.
Savaşın postmodern karakteri
Bu postmodern karakter diye adlandırdığımız durumun en iyi göstergesi, bir süredir Suriye krizi vesilesiyle Viyana’da gerçekleşmekte olan toplantılar. Bu toplantılara katılan ülkeler, başta ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, İran ve Rusya olmak üzere bir birine düşman bir biçimde sahada dolaylı/doğrudan konumlanmalarına rağmen adeta düşman değilmiş ve birlikte DAİŞ’e karşıymışçasına bir ikiyüzlülük diplomasisi sergilemekteler. Ayrıca içinde savaşılan Irak ve Suriye’yi temsilen bu toplantılarda kimse bulunmamakta. Tarafların kendi içinde de pekala anlaşmazlıklar bulunabilmekte. Bunun tipik örneği Libya üzerinden Mısır ve Suudi Arabistan’ın, Katar ve Türkiye’ye karşı aldığı tutumdur. Karşı taraf içinde de benzer çelişkiler taşınma olasılığı yüksek. Hali hazırda Çin’in ABD’ye yakın olma ihtiyacı hissettiği, Rusya’nın ise Almanya ile birlikte davranmak istediğini anlatan teoriler mevcut. Kısaca bir ve ikinci dünya savaşlarından farklı olarak taraflar arasındaki kamplaşma açık değil. Aynı kampta yer alanlar arasında da anlaşmazlıklar ve çelişkiler mevcut. Bunun zaman içinde pekala taraf değiştirmelerle de yol açabilme olasılığı var.
Bir diğer önemli farklılıksa savaşın yürütüldüğü alanlar. Geçmişte cepheler belirginken, bugün dünyanın herhangi bir yeri olabileceği gibi aynı zamanda uzay ve siber alemi de kapsıyor.
Modern savaşlardan bir diğer farklılıksa ulusal devletlerin yanı sıra savaşta uluslararası “güvenlik” şirketlerinin oynadığı rol. Uzun zamandır ABD ordusunun sağa sola gönderdiklerinin önemli bir kısmı göçmen yoksul Latinlerden oluşurken aslında özelleştirilmiş ordu süreci bir anlamda devletin bünyesinde yaşanıyordu. Son yıllarda ise açıktan orduların yapamadığını Black Water tarzı şirketler yapıyor. Daha önce Ukrayna’da boy gösteren şirket bu kez karşımıza 800 Kolombiyalı kiralık askerle Yemen’de çıkıyor. Bu durum neo-liberal çağda vatan millet edebiyatının pek bir öneminin kalmadığı her şeyin satın alınabileceğini göstermesi açısından önemli.
Nasıl bir gelecek?
Yukarıda tarif etmeye çalıştığım şimdilik alt düzeyde süren post modern küresel savaşın, daha açıktan doğrudan tarafların birbiriyle karşıya geldiği bir düzeye sıçrama olasılığı şimdilik düşük. Bunun ana nedeni savaş sanayinin ulaştığı boyut. Çünkü tarafların elindeki nükleer silahların varlığı hesaba katılınca bunun karşılıklı yıkıma yol açacağı aşikar. Dolayısıyla dünyanın hem yıkımı sağlayabilecek hem de yıkımını engelleyebilecek tek güvencemizin nükleer silahlar olması gibi trajik bir kadere sahibiz.
Ancak savaşın bir üst düzeye sıçramasa bile dünyanın farklı bölgelerinde kendini yeniden üreterek sürme olasılığı yüksek. Yani mevcut hegemonya krizinin yakın zamanda sonuçlanma olasılığı gözükmüyor. Küresel ısınmayla da birleşen savaşların yıkıcı etkisi özellikle toplu göçleri tetiklemesi, artırması anlamında çokça karşımıza çıkacak. Olayın diğer boyutunu ise neo-liberal yıkım, işsizlik, katmerli sömürü ve geniş kitlelerin proleterleşmesi oluşturuyor.
Elbette yukarıdaki tablonun bir hayli karamsar olduğunu farkındayım. Fakat bu koşulların aynı zamanda yeni ütopyaların doğma ve yaşam bulma zeminleri de olacağı kuşku götürmez. Çünkü milyonlarca insanın tüm bu felaketleri yaşamayı istemediği ve kolay kolay kabullenmeyeceği de aşikar. Ve dünyanın birçok yerinde direnildiği görülüyor.
Başlangıç için benzer kaygılar duyan insanların yeryüzünde birbirinin varlığından haberdar olmaları dahi önemli bir umut kaynağı olup, “olmayan ülke”ye doğru ortak yürüyüşü başlatabilir.
-----------------------------------------------
(1) Arjantin’de 22 Kasım’da gerçekleşecek olan başkanlık seçimleri kıta açısından birçok değişikliğin habercisi olabilir. Sol-Peronist Kirchnerlerin yerini Neo-liberal Macri’nin alacağı bir iktidar sadece ülkedeki sosyal kazanımları tırpanlamaz, aynı zamanda kıtada bu güne kadar geliştirilen bütünleşme çabalarının da önüne geçecektir. Aralık ayında gerçekleşecek olan Venezuela seçimlerini de solun kaybetmesi halinde bu süreç kolay kolay geri döndürülemez bir evreye ulaşacaktır. Bu durumun “iyi yanı” Arjantin ilk sırada olmak üzere bölgede “sol” iktidarların manipülasyonuna sıkışıp kalan kimi sol çevrelerin yeniden sahalara dönmesini sağlayacak, sınıflar mücadelesi ve toplumsal hareketlere yeni bir ivme kazandıracak olmasıdır.
(2) 11 Eylül saldırıları ABD hegemonyasının çözülmeye başlamasının işaret fişeği oldu. Sonrası Afganistan saldırısı, Pakistan’a dönük politikalar, Irak, Libya, Mısır ve en son Suriye müdahaleleri ABD’nin tek kutuplu dünyasında gedikler açtı. En son Ukrayna krizinde ABD’nin de sürece dahil olması doğrudan Putin iktidarına bir meydan okumaydı. Moskova yönetimi Kırım hamlesiyle ABD’nin süreçteki hegemonik ilişkisini zayıflattı. Rusya’nın Suriye’deki savaşa doğrudan müdahil olması ise tek kutuplu görüntüyü bir hayli yıprattı ve Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki kadar olmasa da sahneye tekrar dönmesinin yolunu açtı.
(3) Stockholm merkezli Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından hazırlanan bu yıl dünyadaki silah satış rakamlarını karşılaştıran rapora göre 2010-2014 yılları arasında ABD, Rusya ve Çin silah satışında ilk sıraları paylaşıyorlar. Silah alımını artıranların başında ise Hindistan, Suudi Arabistan ve Çin geliyor. Silah endüstrisi açısından gerçek rakamlara çoğu zaman ulaşılamıyor. Ama sonuçta görünen haliyle bile dünya ticaretinde belirleyici önemde bir yeri olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz. Dünya genelindeki ticari hareketler kapsamında silah,ona ait ekipmanların ve teknik araştırmaların tutarı yüz milyarlarca dolarlarla ifade ediliyor.
(4)Otuz Yıl Savaşları1618 ille 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Halk isyanlarını da içeren bu savaşlar görünürde Protestan ve Katolik çekişmesi üzerine otursa da, giderek Protestanlığın gölgesinde yükselmekte olan burjuvazi ile buna karşı direnen feodal kesimler arasındaki siyasal çekişmeyi yansıtır. Cengiz Çandar vb.lerinin 30 Yıl Savaşları’nı da yanlış değerlendirerek mevcut gelişmeleri mezhep çekişmesi üzerinden okuyan yaklaşımları savaşları olağanlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Şimdilerde ise doğal gaz jeopolitiğinden bahsediliyor oluşu artık geçmiş yanlış pozisyonlarda ısrar edilmediğini gösteriyor.