Sermaye yirminci yüzyılın otoriter yönetimlerine ve diktatörlerine ihtiyacı kalmadığına dair ilk işaretleri körfez savaşı ile vermiş ve muhtemelen Kuzey Afrika'da başlayan ve bu günlerde Libya'da Kaddafi'nin devrilmesine dair başlatılan operasyonla bundan sonra olacakların sınırlarının belirleyici olacağını ilan ediyor. Bunun en iyi örneği Türkiye'nin Ortadoğu ve Kuzey Afrikada'ki ülkelere bir biçimde "rol modeli olarak" gösterilmesi ve elbette Türkiye'deki mevcut iktidarın bu role zaten soyunmuş olmasıdır. Elbette burada kritik olan konu söz konusu ülkelerin nasıl bir "rol modelle" karşı karşıya kalmış olduklarıdır. Böyle bir yazının sınırlarını aşacak olan bu konuya derinlemesine girmek mümkün olmadığı için bir iki noktaya sadece işaret edilip, bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşanan sorunun değerlendirilmesine ilişkin bazı hatırlatmalara ve bu anlamda bir hafıza tazelemesine dönük kısa tespitlerle yetinilecektir.
Ortadadoğu'da isyan mı, devrim mi?
Bu aşamada yaşanan olayların yeni, üç-beş senelik bir geçmişe bağlanması belki mümkündür ama zayıf ve yetersiz bir ihtimal denebilir en iyi niyetle. Haklı olarak insanlar kendi yaşadıkları dönemde özlemledikleri değişimleri de görmek isterler. Bu insani bir durumdur ancak, insanlık tarihi açısından bakıldığında düşünülen öneme sahip olması, uç bir durum söz konusu değilse, hiç de o kadar önemli olmayabilir. Bu anlamda baktığımızda biz hayata geç kalıyoruz ya da yetmiyoruz. Geç kalmamız ya da yetmememizin asli nedeni en geniş anlamıyla sosyalistler olarak genel siyasi denklemin içinde olamayışımız ve bu durumun yarattığı zaaflarla ilgili elbette. Yaşadığımız süreçle bu yazılanları ilişkilendirecek olursak, kaç Ortadoğu ve/veya Kuzey Afrika devrimcisi bu günleri yaşamak istemezdi? Ancak burada bir başka soru daha ister istemez önümüze geliyor bu yaşananlar karşısında. O da kadim bir sorudur; biz bunu mu istiyorduk? Türkiye'de hala bu sürecin ne olduğu , devrim mi isyan mı? gibi sorular çerçevesinde bir dizi toplantı yapıldı ve yaşananlara bu bağlamda bir cevap bulunamadı ki, bu gerçek duruma işaret eder. Yakın zamanda tanıştığım, İstanbul'da bir konferans veren Mısırlı, sosyalist olduğunu ifade eden bir araştırmacı, Mamduh Al-habaşi, Mısır'daki durumu bir devrimin başlangıcı olarak düşünülmesi gerektiğini anlattı. Kendisinin heyecanını kırmak istemediğim(iz) için ve vakit de kalmadığı için bu tartışma uzatılmadı.
Yaşanan ne?
Söz konusu coğrafyada başlayan süreç yaklaşık birkaç yüz yıl öncesinin rövanşı/karşılığı olarak ortaya çıktı denilebilir. Ancak, görünen gerçek sürece müdahil olanların karşı çıkışları, sisteme dair değil. Bir başka ifadeyle, Fulya Atacan'ın Radikal İki'de yayınlanan İsyanın adı şimdilik öfke başlıklı yazısında da vurgulandığı gibi, yaşanan süreç bir "İsyan'dan ziyade birikmiş bir öfke büyük ölçüde. Elbette bu büyük ölçüde öfkeli muhalefeti kim yönlendirecek, kim sahip çıkacak ve destekleyecek gibi sorunlar şu an itibari belirginleşmeye başlamış görünmektedir. Bu soru çerçevesinde, sorunu kendi tarihselliğinde ele almak doğal olarak en anlamlı yol gibi duruyor. Böyle bir mevzuda uzak geçmişlere gitmek mümkün, ancak bu yazı çerçevesinde bazı noktalara vurgu yapıp geçmek en şimdilik en uygun çözüm gibi görünüyor...Bugün Dünya genelinde ve özel olarak orta doğu, kuzey Afrika ve kısmen Balkanlar'da yaşanan sancılı süreç kapitalizmin sahip olduğu eğilimlerden ve bu eğilimlerin açığa çıktığı biçimlerden ayrı olarak ele alınamaz. Sanırım bu aşamada kısa bir değerlendirme yapıp, özel olarak bu konuya değinmekte fayda var.
'Soğuk savaş' sonrasında paradigma değişimi
Bugün yaşanan sorunların asli kökeninin soğuk savaşın bitmesi ile ilgili olduğu açıktır. Soğuk Savaş'ın bitmesinin en önemli ve kritik sonucu, kapitalizmin bir sistem olarak tek başına kalmış olmasıdır, ki bu da daha önce, iki farklı sistemin çelişkileri üzerinden yaşanan gerilimin sistem içinde öncelikli yaşanması anlamına gelmektedir. Bu süreç, eski tabirle "tali çelişkinin" , "asli çelişki" haline geldiği bir duruma işaret eder. Bu çerçevede baktığımızda, sürecin II. Dünya Savaşı sonrasını izleyen ve Sovyet Bloğunun çözülmesine kadar geçen süre içinde var olan bütün ilişki ve kurumları yeniden gözden geçirilmek durumundadır. Yukarıda vurgulanan asli çelişkinin değişmiş olması, sermayeler arası rekabet ilişkisini ve bunu izleyen ve bu anlamda tamamlayan savaşları insanlık tarihinin önüne yeniden getirmiştir. Çelişkinin sistem içine taşınması, soğuk savaşın bitimiyle kapitalizmin mekansal ilişkisinin ilk aşamasının da coğrafi anlamda sonuna gelindiğine işaret eder. Gelinen bu durum bir yandan geriye dönük bir denetim mücadelesini ve bununla beraber emperyalizmin "sınıf" karakterinin daha belirgin görünür hale gelmesi anlamına gelmiştir. Tabi gören için!
Sermayenin talanı
Kapitalizm çok taraflı çatışma ve mutabakatlara dayandığı için hangi tarihsellikte kimin kimle çatışacağı ya da mutabakat içinde davranacağı sürekli olarak kaypak bir zeminde belirlenir . Bu durum bu günlerde yaşanan Libya saldırısı sonrasında yaşananlarla birlikte açıkça görünür hale gelmiştir. Türkiye ve Arap ülkelerinin sözde ikircikli konumu bu duruma örnek teşkil eder. Diğer taraftan, Irak işgali ve sonrasında kuzey Irak'ın yeniden yapılanması ve bu anlamda kurulması süreci sermaye gruplarının bu talandan pay kapmak için nasıl harekete geçtiklerini gözler önüne kısa sürede serdi.
Kapitalist yeniden yapılanma
Kuzey Afrika'da başlayan süreç sermayenin dünya ölçeğinde kendi aralarında kurmaya başladıkları yeni dengenin Balkanlardan sonra şimdi bu coğrafyada biçimlenişinin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Elbette bu biçimleniş deneyimlerinin biri diğerinden farklı olacaktır. Libya deneyimi sürerken, neyin nasıl sonuçlanacağına dair kesin tespitlerde bulunmanın sakıncalı olduğu açık. Ancak, Irak deneyimi sürecin bir kapitalist yapılanma olduğuna dair yeterince örnekle dolu. Bu süreçte de farklı bir gelişme olmayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Daha önce kapitalist sistemin mekansal sınırlarına ulaşılmış olmasının bu son dönem yaşananlar için asli temeli oluşturduğunu vurgulanmıştı. Bu aşamadan sonra söz konusu coğrafyalarda kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi ve sürekliliklerinin sağlanması için kurumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi süreci önem kazanacaktır.
Kapitalizmin 'vahşi' yüzü
Yaşanan süreç, sermayenin iç çelişkilerinin çözümünün bir mekanizması olan rekabet ilişkisini zorladıkça, kapitalizmin "vahşi" yüzü çeşitli biçimlerde tezahür eder. Bu vahşet, merdiven altı atölyelerde güvencesiz çalışmaktan, tersanelerde ağırlık torbası olarak kullanılmaya, kotları beyazlatmak için silikozis olmaktan, daha makro düzeylerde, Amerikan ya da Fransız bombalarının füzelerinin hedefi olmaya kadar uzanır. Kapitalizmde vahşet, tasarlanmış, içkin bir durumdur, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda farklı biçimlerde ortaya çıkar ve sonuçları hiçbir zaman tesadüfi olarak yorumlanamaz; çünkü vahşeti tasarlayanlar ve vahşetin nesnesi olarak seçilenler de medya bombardımanları aracılığı dahilinde önceden tasarlanmışlardır.
Ya barbarlık ya barbarlık!
Bugün itibarıyla bizler, karşı karşıya gelmiş iki vahşet projesinin muhatabı haline getirilip seçim yapmaya zorlanıyoruz. Planlanan, bütün bu vahşeti ve sonunda kendileri açısından ortaya çıkacak kazanımları haklı göstermekten başka bir anlam taşımamaktadır. Dünyada farklı tarzda ve dozda yaşanan muhafazakarlıkların hüküm sürdüğü yaklaşık son otuz yıllık bu dönemde olanlara hala şaşırabiliyorsak bu önemlidir, en azından geride biraz da olsa insani, direngenç bir şeylerin kaldığına işaret eder. Elbette bu durumumuzu haklı çıkartacak, kabul görmüş referanslara da ihtiyacımız var.
"Liberal bir diktatörlük"
Böyle durumlarda kapitalizm karşıtı sağlam referanslar bulmak mümkün, ancak durumu sahibinin sesinden dinlemek sanırım daha mantıklı ve bir anlamda eğlenceli olur. Aşağıda yapacağım alıntıyı lütfen Türkiye'nin liberalleri kendilerine ve bugüne kadar savunduklarını düşündükleri fikirlere bir referans olarak kabul etsinler. Etmezlerse kendilerini nasıl aklayacaklarını düşünsünler. Zira, aşağıda yapılacak alıntı, tüm liberallerin 20. yüzyıldaki pirinden gelmektedir ve çok basittir:
"Bir diktatörün ülkesini liberal bir biçimde yönetmesi mümkündür. Demokratik bir yönetimin liberalizme en ufak bir hayat hakkı tanımaması da mümkündür. Benim tercihim, liberalizme hiç yer vermeyen bir demokratik hükümetten değil, liberal bir diktatörden yanadır." (Demokrasi ve Kapitalizm, Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Ayrıntı Yay., Ocak 1996, sf. 43)
Ultra-liberal Hayek'in 12 Nisan 1981'de Şili hakkında verdiği bir röportajdaki bu ifadeleri daha fazla sözü gereksiz kılıyor aslında.
Durum bazıları için paradoksal görünse de siyasi önermeler arasında kurulan ilişki doğal bir sonuç çıkarmaktadır: Liberallerin piri Hayek, buyurur ki; demokrasi eğer liberalizme yer vermiyorsa tercih edilmemelidir zira önemli olan liberalizmin ilkeleridir. Bu durumda liberalizmin demokrasi yerine diktatörlüklerle hayata geçirilmesi tercih sebebidir. Zaten söyleşide vurgulanan da "liberal diktatörlüktür".
Vahşete liberal meşruiyet
Burada kritik olan, bu önerilerin asli muhatabının en azından ilk aşamada, "azgelişmiş" olarak tanımlanan geç kapitalistleşen ülkelerin olmasıdır. Bu tür bir değerlendirmeyi sadece günümüzün neo liberallerine atfetmek haksızlık olur. Ataları sayılan liberallerden J.S.Mill 'Özgürlükler Üzerine' başlıklı kitabında, kendileri için talep ettikleri "eşitlik-özgürlük-adalet" haklarının, "Batı" dışı toplumlar için fazla olduğunu, bu toplumların olgunlaşana kadar bir vasiye ve otoriter yönetimlere ihtiyaçları olduğunu açıkça yazmıştır. Mill'den Hayek'e pek değişmeyen bu söylem kapitalizmin kurucu ideolojisi olan liberalizmin farklı tarihselliklerinin gereğine göre kendi hegemonyalarını inşa etmeye yönelik tasarlanan yeni bir dil kurma refleksleridir. Bugünün liberalerinin bu referans ve hafıza ile yapacakları doğrudan vahşete meşruiyet sağlamaya dönük olacaktır. Nitekim bu yönde gelişmeleri hem "Tataf" medyanın vurgularından hem de hükümetin tasarruflarından anlıyoruz.
Emperyalizmin sınıf karakteri
Gelinen noktada Ortadoğu'da Saddam operasyonuyla başlayan, Kuzey Afrika'da Kaddafi operasyonuna uzanan bir yeniden yapılanma süreci, ulusalararsılaşmış sermayenin operasyonel aracı olarak emparyalizmin sınıf karakterinin nitelediği bir dönüşüm sürecine işaret etmektedir. Sürecin özü itibarıyle sınıf ekseninde gerçekleşmesine karşın, öfke sınıf bilincinin önünde gidiyor. Bu durumda öfkenin beslediği isyanın uluslararasılaşmış sermaye sınıfının gerekliliklerine/müdahalelerine göre biçim alacağını söylemek mümkündür ve yeni bir şey söylemek anlamına da gelmeyecektir. (MT/EK)