Yerlilerle karşılaştırdığımda esmer olmadığımız kesindi, aramızdaki nice mühendise, doktora rağmen olsak olsak aptaldık… Yine de Panama’da bir nehir boyunca kim olduğumuza ilişkin sorun kafama takılı kaldı...
Bütün parçalardan bazen daha azdır, bunu bir yerlerde, belki de bir polisiye romanda okumuş olmalıyım. Sonra “otantik burjuvazi” ve sofraları falan vardı niyeyse unutuldu gitti. Neyse biz seyahatimize geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim…
Panama’da bir nehir üzerinden kanoyla doğal koruma alanı ilan edilen bir bölgede yaşayan yerlileri ziyarete gittik. Fakat önce Panama City’den nehir kenarına bir otobüsle ulaşmalıydık. Otobüsten indiğimizde daha selamün hola demeden yerli kıyafetleri giymiş bir genç, tur rehberine sordu “Kaç tane marrón-esmer, kahverengi- var?” diye.
Fakat kulağım bana muziplik mi yaptı yoksa kullandığı sözcük gerçekte “morón”-aptal-(1) muydu emin olamadım. Yerlilerle karşılaştırdığımda esmer olmadığımız kesindi, aramızdaki nice mühendise, doktora rağmen olsak olsak aptaldık…
Yine de nehir boyunca kim olduğumuza ilişkin sorun kafama takılı kaldı, bir de Fiesta de San Benito’nun ezgisi. (Inti-Illimani)
Kabilenin yerleşim alanında anlatılanlardan kim olduğumuzun daha doğrusu kimler olduğumuzun yanıtını bulmam uzun sürmeyecekti. Yerlilerle birlikte hem kurbanlar (sacrificios) hem faillerdik (perpetradores) ama daha çok kurban olan onlardı.
Yerliler, Panama nüfusunun (3.4 milyon) yaklaşık yüzde 12’sini (418 bin kişi civarı) oluşturuyorlar. İspanyolca baskın dil ama ayrıca bu yerlilerin kendilerine ait konuşulan sekiz dilleri var. Bir kısmı kırsal alanda yaşayan ve yaşam biçimlerini korumaya çalışan bu topluluklar, bir anlamda varlık yokluk mücadelesi veriyorlar. Panama için belki artık özel bir devlet baskısından söz edilemez fakat kapitalizmin onları bir nesne olmaya zorlaması ise yaşanan gerçek. Tıpkı bizim ziyaret ettiğimiz ve turistlere seyirlik bir şeyler sunarak para kazanmaya çalışanlar gibi.
Bizim buluştuğumuz kabile doğal bir koruma alanında yaşıyordu, topluluk daha uygun yaşama koşulları bulacağını düşünerek güneyden buraya göçmüştü. Doğal koruma alanında olmak beklentilerinin aksine onları geleneksel yaşam biçiminden kısmen uzaklaştırmış. Örneğin elbiselerini yaptıkları ağaç kabuklarını kullanamaz hale gelmişler çünkü yasak. Çin’de üretilmiş tekstil ürünlerini kullanmak zorundalar, hakeza takı olarak kullandıkları boncuklar da öyle, artık plastik. Sonuçta bir şeyler satın almak zorundalar. Ve daha da önemlisi onlara Manhattanvari heybetli binalarıyla yükselen kentte ne “çıplak” bedenleriyle ne de dilleriyle yer var!
Onların çığlığına daha sonra Kosta Rica’nın başkenti San Jose’de bir müzede de rastlayacaktım, ekrandan bir grup yerli bize İspanyolca sesleniyordu “Biz ana dilimizi konuşmak istiyoruz, yok sayılmak istemiyoruz…” diyorlardı. Size bir şeyler anımsatıyor mu?
Kosta Rica’da yerlilerin varlığı 90’ların başına kadar devlet tarafından tanınmıyormuş. Bugün bekiz farklı yerli-etnik topluluğun 24 bölgede ve en az altı farklı dil konuşarak yaşadıkları ifade ediliyor. Fakat bunlardan sadece dört kabile geleneksel yaşam biçimini koruyabilmiş. Bugün devletin, piyasanın dinamikleri onlara da “uyumu” yani bir anlamda yok olmayı dayatıyor. Onların yaşadığı alanlar uluslararası şirketlerce şu ya da bu nedenle sık sık yağmaya tabii tutuluyor.
Gözüm Arjantin’e kayıyor, terörizm suçlamasıyla bir süredir tutuklu olan Mapuche gençleri delil yokluğundan serbest bırakılmış. Bu sonuncunun size pek aşina olmadığının farkındayım, ne demek delil yok! yoksa yarat…
Kiliseler…
Panama City’e gidiş gelişte çok sayıda kilise gözüme çarptı. İrili ufaklı kimisi adeta bakkal dükkanını andıran bu kiliseler yığınına bütün seyahat boyunca denk gelecektim. Geleneksel olarak Latinlerde işgalcinin dini olan Katoliklik hep güçlü oldu. Fakat son dönemde bugün ABD yönetim katını sembolize eden Evangelist Kilise’nin de Orta ve Güney Amerika’da artan etkinliği gözle görülür düzeyde. Bugün başta Brezilya olmak üzere Meksika, Kolombiya, Kosta Rica, Guatemala, Venezuela, Honduras, Şili gibi ülkelerde ya hükümet ya da muhalefet düzeyinde temsil olanağına sahip. Arjantin’de de son dönem gelişen kadın hareketinin karşısında Katolik kilisesinden daha güçlü bir pozisyonda olduğu dile getiriliyor. Hatta dedikodu düzeyinde de olsa Nikaragua Devlet Başkanı Ortega’nın da bu kilise ile haşır neşir olduğu söyleniyor.
Evangelist akım Katolik Kilise’sinde Papa Francis’le birlikte gündeme gelen görece yumuşak söylemlere karşı tutuculuğu radikalleştirerek mevzi kazanma derdinde. Bir tür Hristiyan Siyonizmi olan Evangelist anlayışın bugün dünyada sağcılığın kalesi pozisyonunda olduğunu söylemek fazla abartılı olmaz. Geçen yıl ölen Guatemalalı ABD destekli diktatör José Efraín Ríos Montt Güney Amerika tarihinde iktidar sahibi ilk Evangelistlerden biri olarak anılıyor. Öyle de olsa yaşamının son yıllarında soykırım ve insanlığa karşı işlenmiş suçlardan yargılanmaktan kurtulamadı. Kanlı suçları bazen din şalı örtmeye yetmiyor…
Nikaragua ve El Salvador’da bazı kilise ve iş yerlerinin üzerinde gördüğüm Davut Yıldızı bir hayli dikkat çekiciydi. Bunun nedenini El Salvadorlu rehbere sorduğumda insanların buralarda, İncil’e dayanarak Yahudilerin seçilmiş bir millet olduğuna inandıklarını ve o yüzden onların sembollerini kullandıklarını söyledi.
El Salvador’a ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında çok sayıda Yahudi’nin kaçmak zorunda kaldığını da ekledi. Halbuki daha önceki duraklarımızdan Kosta Rica’da, yerel rehberin anlatımından onlara pek iyi gözle bakmadığını/bakılmadığını hissettim. Bu beraber yolculuk yaptığımız Macarlar’ın bir kısmında da hissedilebilir bir şeydi. Kosta Rica’ya 19. yüzyılın son periyodunda geldikleri zaman hiç bir şeyi olmayan Yahudiler’in krediyle, kağıtlarla iş yapmaları nedeniyle nedense “Polaco”-Polanyalı- adı takılmış-sanırım ilk gelenler ya da göçmen Yahudilerin ağırlığı Polonya’dandı- bugün ülkenin en zenginleri onlar olsa da etiketleri baki.
Gezdiğimiz eski kiliselerin çoğu İspanyol işgalcilerin eseriydi. Bu bölge dünyadaki fay hatlarının kesişme merkezlerinden biri olduğu için yanardağı ve depremi bol. O yüzden kiliselerin önemli bir kısmı depremlerde hasar görmüş, yıkılmış, yeniden yapılmış. Bazı değişmezler ama her yerde aynı. İspanyollar’ın yerli halktan çaldıkları altını, gümüşü eritip kiliseye süsleme olarak yığmaları ve yerli halkın İsa’yı resmederken kendilerine benzeterek benimsemeleri. Bu mitler yaratarak yaşama geleneklerine çok uygun.
Kiliselerden bahsetmişken El Salvador’un başkentindeki San Salvador’daki Rosario Kilisesi’ni mutlaka anmalıyım. Brutalist stilde olduğu söylenen kilise dışarıdan bir beton yığını görünümünde, içerisi ise güneş ışığı ve renkli camlar sayesinde gök kuşağı renkleriyle kaplı. İçerideki dinsel temsiller de klasik kilise süslemelerinden farklı daha çok sanatsal takılınmış desem yeri. Kilise ayrıca tarihe şahitlik yapmış. 1979’da gösteri yaparken ABD destekli devlet teröründen kaçıp bu kiliseye sığınan 21 sivil katledilmiş. Aynı gün kent merkezinde başka kilisler de katliamlara şahit olmuş.
Aşağı yukarı bir yıl sonra, kanlı devletin vaazını vermeyi reddeden bir yüce gönüllü daha katillerin hedefi olmuş. Monsenyör Romero.(2) El Salvadorlular onu ve onun gibi hayatlarını feda eden devrimcileri unutmamış. Bu unutmama haliydi belki de Papa Francis’e onu geçen yıl “aziz” ilan ettiren.
Bir şeylere uzaktan bakınca ayrıntılar silikleşiyor. Bu kaçınılmaz olarak eksik değerlendirmelere yol açıyor. Bütün Hristiyanları top yekûn aynı kaba koymak gibi. Yakından bakmak elbette olanı bütünüyle göreceğimizin bir garantisini vermez. Fakat en azından Dünya Düzdür Cemiyeti’nin mensubu bir kısım solcumsular gibi Papa’nın Yeni Zelanda katliamı karşısında söylediklerini(3) göz ardı ederek toptancı “katil-hristiyan-batı” denklemleri kurup diktatör şahsın değirmenine su taşımasak, daha iyi olmaz mı, ne dersiniz?
Küçük bir dünyada yaşıyoruz ve her geçen gün daha boğucu hale geliyor. Afrika’nın güneyini vuran tropik fırtınada kaç kişi öldüğünü dahi bilmiyoruz, sahi merak ediyor muyuz? Ya da Yeni Zelanda’daki saldırının niye olduğunu. Halbuki insanlar bu sorunları pekala birlikte rahatlıkla çözebilir. Niye çözmüyoruz, daha ne kadar kandan, felaketten başka bir tasarımı olmayan politikalara/ideolojilere geleceğimizi emanet etmeye devam edeceğiz? Sahi biz kimiz? (AS/HK)
Not: Orta Amerika gezisini anlatma işi bu hafta da bitmedi, artık gerisi gelecek biamag’a. “Peki biz arada ne okuyacağız?” derdine düşen okura ise yol boyunca bana eşlik eden Çevengur’u (A. Platonov, Çev. G.Ç. Kızılırmak-Metis) hararetle tavsiye ederim.
(1) Arjantin’de yaşayan arkadaşım Dilan Bozgan sağ olsun beni bu konuda aydınlattı. Başka yerlerde olmasa da Panama ve Puerto Rico’da bu sözcük aptal ve tembel anlamında kullanılıyormuş. Anlayacağınız bu kulak sürçmesi belki de sadece bir vehim değildi.
(2) Óscar Arnulfo Romero y Galdámez (15 Ağustos 1917 – 24 Mart 1980) Romero, 1950’lerden itibaren Katolik Kilisesi içerisinde Güney Amerika’da gelişmekte olan “özgürlük teolojisi” diye nitelenen akımın bir üyesiydi. Bu hareket dönemin gelişen toplumsal hareketlerinden etkilenmiş, insanın kurtuluşunun ancak sınıf mücadelesiyle mümkün olduğunu söylerken bu doğrultuda uğraş vermiştir. Çok sayıda mensubu dönemin soğuk savaş politikalarının bir ürünü olarak CIA türünden kuruluşların hedefi olmuştur.
Kilisede bir dini tören sırasında öldürülen Romero da, katledilmesinden bir gün önce yaptığı konuşmada devlet terörünü lanetlemiş askerlere insan haklarına saygılı olma çağrısı yapmıştı.
Romero’nun 30 Mart’ta düzenlenen cenaze töreni ise ülke tarihinin en kalabalık mitingine dönüşürken, halk devlet teröründen burada da nasibini alacaktı. Hala net sayı belli olmamakla birlikte bu saldırıda da yaklaşık 50 kişinin hayatını kaybettiği sanılıyor.
Yeni süreci hızla anlamınızı ve adapte olmanızı sağlayacak film önerileri
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor aslında. Bu zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
1990’lardan bu yana (bu yazıda öyle başlatayım) (2013-2015 sürecini bir kenara koyarsak) iktidarların sürekli hedef haline getirdiği bir halk var: Kürtler.
"Benim de Kürt arkadaşlarım var." "Biz Kürtlerden kız aldık, verdik." "Ev arkadaşı Kürt ama iyi biri."
"Kürt ama güzel güzel Türkçe konuşuyor." "O normal, sizin bildiğiniz Kürtlerden değil."
Bu cümleleri hayatınızın bir yerinde duymuşsunuzdur. Belki söyleyenler de vardır. Klişe gibi görünse de, her biri insana ince ince iğneyi batıran, aslında derin bir ayrımcılığı yansıtan ifadeler.
Türkiye devleti ve PKK arasındaki çatışmalara göre, medyaya, siyasete hayata akan cümleler hatta sıradanlaşan nefret cümleleri, ayrımcı ifadeler...
Ancak, bugün ya da bu yazının yazıldığı güne göre dün (27 Şubat Perşembe) işler biraz değişti. Abdullah Öcalan, “PKK kendisini feshetsin” dedi.
Öcalan’ın bu çağrısına verilen tepkiler yıllardır süregelen bir döngüyü de hatırlatıyor. Bir anda Kürt kurumlarına ziyaretler artar, Diyarbakır, Şırnak, Mardin neredeyse bir turizm merkezi haline gelir, hele gazeteciler aman tanrım akın eder "bölge"ye. Kürt meselesi daha fazla konuşulur, yazılır.
Bazıları da en büyük çözüm, barış savunucusu olur. Sanki köşelerinden, ekranlarından, manşetlerinden yıllardır nefret saçmamış, Kürtleri ve değerlelerini hedef göstermemişler gibi... Hepsi birer barış savunucusu olur biz adını yazarken dahi içimiz cız ederken Tahir Elçi'yi unuturlar misal...
Sonra... Bir anda ilk kriz anında sahne değişir, çatışmalar başladığında, gözaltılar ve tutuklamalar duyulduğunda ilgi, destek azalır...Maalesef Kürtler, yine yalnız kalır, belki bir kaç dost, yoldaşla yan yana...O da belki.
Yalnız açık bugün farklı bir eşikteyiz. Bir taraf "amasız, fakatsız" bir adım attı. Hasan Cemal'ın anlatısı ile "Silahlara veda" hayal edilenden de hızlı bir adım. Peki, bunun karşısında hem iktidar hem muhalefetin diğer partileri ne yapacak?
Toplumun önemli bir kısmı sürecin şeffaf yönetilmesini, insan hakları ve demokrasi adına somut adımlar atılmasını bekliyor.
Ancak bir başka önemli mesele daha var: Bu süreç, Kürtlere dair zihinlerde kökleşmiş önyargıları da sarsabilecek mi? Yıllardır medyanın, siyasetin son dönemde sosyal medyanın yaydığı önyargı tohumlarını kök salmadan kurutabilecek mi?
Kürt komşularına "Kürt ama iyi insan" gözüyle bakanlar için de yeni bir süreç başlıyor yani. Asıl süreç ya da eş zamanlı yürütülmesi gereken başka bir süreç diye ifade etmek daha anlamlı olabilir, toplumda, mahallede, sokakta hayatın rutininde başlıyor oysa. Zihin duvarları yıkılmadan, gerçek bir barış mümkün mü?
Çok kıymetli Rizeli bir arkadaşımın “Kürtler neden dağa çıkıyor?” sorusuna verdiği bir yanıtı da buraya iliştireyim: “Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatıyorum.”
Şimdi size de bir soru:
Siz, bu yeni süreçte halklar arasında yıllardır biriken önyargı ve nefretin zayıflatılması için ne yapabilirsiniz? Ne yapmak istersiniz?
Bu soruya yanıt bulmanıza yardımcı olabilecek birkaç film önereceğim. Barış, yalnızca siyasetin değil, toplumun da inşa etmesi gereken çok uzun, zor, yorucu bir görev. Hepimizin toplumsal bir görevi…
Önemli olanın niyet olduğunu hatırlatayım, yani sanırım insana tüm yönleri ile insan olarak bakabilmek… Yoksa kitap film pek etkili olamaz. Eminim çok daha geniş bir külliyat vardır bu konuda ilk aklıma gelenleri paylaşıyorum...
Origin (2023)
Yönetmen: Ava DuVernay
Senarist: Ava DuVernay
Duyguların Rengi (The Help) (2011)
Yönetmen: Tate Taylor
Senarist: Tate Taylor (Kathryn Stockett’in romanından uyarlama)
Min Dît (2010)
Yönetmen: Miraz Bezar
Senarist: Miraz Bezar, Evrim Alataş
Yol (1982)
Yönetmen: Şerif Gören (Yılmaz Güney’in senaryosundan)
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de...
bianet kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü (Ekim 2018- Şubat 2025). bianet stajyerlerinden (2000-2001). Cumhuriyet, BirGün, DİHA, Jinha, Jin News, İMC TV için muhabirlik yaptı. Rize'de yerel gazetelerde çalıştı. Sivil Sayfalar, Yeşil Gazete, Journo ve sektör dergileri için yazılar yazdı, haberleri yayınlandı. Hemşin kültür dergisi GOR’un kurucu yazarlarından. Yeşilden Maviye Karadenizden Kadın Portreleri, Sırtında Sepeti, Medya ve Yalanlar isimli kitaplara katkı sundu. Musa Anter Gazetecilik (2011) ve Türkiye Psikiyatri Derneği (2024) en iyi haber ödülü sahibi. Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu kurucularından. Sendikanın İstanbul Şubesi yöneticilerinden (2023-2027). İstanbul Üniversitesi Avrupa Birliği ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun. Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik ve cinsiyet temelli şiddet haberciliği alanında atölyeler düzenliyor. Şubat 2025'den bu yana kadın haberleri editörü olarak çalışıyor.
Klasik okul eğitiminin ikinci plana atıldığını ve çocukların ilkokuldan itibaren gittikçe artan dozda askerî zihniyete, hatta talime sevk edildiğini düşünün.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısyla beraber, uçsuz bucaksız memleketin okul müfredatına Putin’in tepeden inme kararlarıyla dahil edilen savaş seferberliğinin izdüşümleri gencecik beyinlerin kontrol altına alınması amacını taşıyor.
Bayrak töreni normalden fazla mana yüklenmek suretiyle mümkün olduğunca sansasyonel bir gösteriye dönüştürülüyor.
İlkokulun birinci sınıfından itibaren çocuklar askerî propagandaya maruz bırakılıyor, küçücük yavrulara koro halinde kahramanlık şarkıları söyletiliyor, şiirler ezberletiliyor, savaşı öven uzun metinler yüksek sesle okutuluyor.
Bir zamanlar oyun oynayan çocukların şen çığlıklarıyla çınlayan okul koridorlarında artık uygun adım yürümeye alıştırılan üniformalı veletlerin olabildiği kadar sert topuk vuruşları yankılanıyor.
Çocukların eli her türlü silaha alıştırılıyor, talim yaptırılıyor; el bombası atma egzersizi gibi faaliyetler bir yana, okullarda Rus paramiliter örgütü Wagner Grubu’nun üniformalı temsilcileri konferans verdikten sonra hep birlikte poz verdiriliyor.
Münferit mücadele
2025 Sundance film festivalinin dünya belgesel sinema klasmanında özel jüri ödülüne layık görülen Bay hiç kimse Putin’e karşı (Mr.Nobody against Putin) adlı film bizi Ural dağlarının kıyısına, kasvetli Karabaş kasabasına sürüklüyor.
Geçenlerde Göteborg Film Festivalinde seyirciye ulaşmış olan Çekya-Danimarka ortak yapımı 90 dakikalık filmin yakında Selanik Belgesel Festivalinde de gösterilmesi öngörülüyor.
Yönetmen hanesinde DavidBorenstein’ın yanında gördüğümüz Pavel (Paşa) İlyiç Talankin okulumuzun hem pedagog, hem kameraman, hem de eğlence organizatörü olarak filmin lokomotifliğini layıkıyla üstlenmiş vaziyette.
Vatan haini yaftasının kolaylıkla yapıştırıldığı olağanüstü hal sırasında, iktidarın yalanlarına kanmayan Paşa, öğrenciler tarafından çok sevilmenin verdiği özgüvenle militarizasyona muhakkak ki direniyor, çektiği video görüntüleriyle eğitimin düştüğü pespayeliğe bizim de teferruatıyla şahit olmamıza imkân tanıyor.
Ne de olsa askerî propagandaya ayrılan fazlasıyla geniş vakitler, çocukların klasik müfredat derslerinde gerilemesine ve neredeyse eğitimsiz kalmalarına yol açıyor; tahmin edilebileceği gibi de manipülasyona karşı çok daha açık olmaları rejimin istikbaldeki planları çerçevesinde kolaylık sağlıyor.
Karabaş kasveti
Bakır izabesinin yapıldığı heyulayı andıran sanayi tesisinden ötürü Karabaş’ta halkın kronikleşmiş sağlık problemleri yetmezmiş gibi askere gencecik yaşta alınmış erkeklerin cepheden ölüm haberleri geldikçe kasvet iyice artıyor. Rusyanın sektördeki en büyük fabrikasının yıkıcı varlığına rağmen sempatik kahramanımız memleketini ve mesleğini çok seviyor, adeta bir şair edasıyla neleri sevdiğini tane tane sıralıyor.
Ayağa düşmüş “Beğenmiyorsan terk et!” lafının Rusçasına biz de talim ederken aklıselim Paşa’nın memleketini kusurlarıyla kabul etmesi ve “Bir problem var!” cümlesinin herkesçe sarf edilmesini beklemesi epeyce romantik sayılabilir. Ne de olsa gezegen çapında sistem inkârlardan, yalanlardan ve iftiralardan besleniyor ve “toz pembe” olabilen propagandayla güdülen halkın koyun sürüsü gibi davranması bekleniyor.
Diğer yandan “Ülkeni sevmek bayrak asmakla, millî marşı söylemekle olmuyor” diyor sağduyulu kahramanımız.
Paşa’nın okuldaki odası mütemadiyen öğrencilerle dolup taşıyor, her yaştan öğrenci mevzubahis odada fikirlerini rahatça paylaşıyor, özgürce iletişime geçiyor, gerektiğinde layıkıyla eğleniyor. Paşa zihinlerinin açılması için çaba gösteriyor, çocukları kendilerini ifade etmeye alıştırıyor, çocukluklarını yaşamalarına uygun zemini daima hazır ediyor.
Devletin maşası olmayacağım
Ahlaki duruşundan hiç taviz vermediği gibi muhalif tavrını açık açık gösteren Paşa’nın istikbalinden yalnız kendisi değil, biz de endişe duymaya başlıyoruz bir süre sonra. Yaşadığı apartmanın karşı kaldırımına park etmiş polis otomobilinin varlığı bilhassa Karabaş gibi bir kasabada kolaylıkla kötüye yorulabiliyor ne de olsa. Böyle zamanlarda muhbirlerin ve şakşakçıların icraatları da yoğunlaşabiliyor.
Lakin Paşa’nın okuldaki meslektaşlarından biri olan Pavel Abdulmanov militarizasyon projesine gönülden sarılıp çocuklara yönelik beyin yıkama faaliyetine hızla intibak ediyor.
Tarih öğretmeni olmasına rağmen, Stalin için istihbarat şefliği, Gulag sisteminin kurucusu, siyasi mahkûmların işkencecisi, ajan avcısı veya Stalin’in tetikçisi gibi faaliyetlerle tanınan kişilere hayranlık beslediğini ve her birinin adeta idolü olduğunu söylemekten de utanmıyor.
Kahramanımız Paşa okulun video çekimlerinden resmen mesul olduğu için normalde hiç bilemeyeceğimiz bu ve bunun gibi dinamikleri içeriden biri olarak belgelendiriyor; çekilen filmleri (ve kendisini) Rusya dışına çıkarma misyonunu benimsemiş olduğundan ilmeğin günbegün daraldığını biz de tenimizde hissediyoruz.
Bu arada iktidar yalakalığını layıkıyla sürdüren zebani gibi Abdulmanov kısa zamanda sivriliyor, verdiği derslerdeki başarısı düşmeye meyilli olmasına rağmen yılın öğretmeni ödülüne layık görülüyor ve ona mükâfat olarak tahsis edilen yeni daireye yerleşmeye hazırlanıyor.
Cepheden ise devamlı ölüm haberleri gelmeye devam ediyor; günde ortalama 1000 askerin savaşta kaybedildiği bilinse de iktidarın sayıyı mümkün olduğunca düşük göstermeye çalıştığı kulağımıza çalınıyor.
Devletin piyonu olmaya hiç niyetli görünmeyen Paşa’nın “Hür bir memleket olsaydı terk etmek zorunda kalmazdım” cümlesi filmin sonunda birçok kişinin hislerine tercüman olmakla kalmıyor, belgesele de damgasını vuruyor.