Bütün parçalardan bazen daha azdır, bunu bir yerlerde, belki de bir polisiye romanda okumuş olmalıyım. Sonra “otantik burjuvazi” ve sofraları falan vardı niyeyse unutuldu gitti. Neyse biz seyahatimize geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim…
Panama’da bir nehir üzerinden kanoyla doğal koruma alanı ilan edilen bir bölgede yaşayan yerlileri ziyarete gittik. Fakat önce Panama City’den nehir kenarına bir otobüsle ulaşmalıydık. Otobüsten indiğimizde daha selamün hola demeden yerli kıyafetleri giymiş bir genç, tur rehberine sordu “Kaç tane marrón-esmer, kahverengi- var?” diye.
Fakat kulağım bana muziplik mi yaptı yoksa kullandığı sözcük gerçekte “morón”-aptal-(1) muydu emin olamadım. Yerlilerle karşılaştırdığımda esmer olmadığımız kesindi, aramızdaki nice mühendise, doktora rağmen olsak olsak aptaldık…
Yine de nehir boyunca kim olduğumuza ilişkin sorun kafama takılı kaldı, bir de Fiesta de San Benito’nun ezgisi. (Inti-Illimani)
Kabilenin yerleşim alanında anlatılanlardan kim olduğumuzun daha doğrusu kimler olduğumuzun yanıtını bulmam uzun sürmeyecekti. Yerlilerle birlikte hem kurbanlar (sacrificios) hem faillerdik (perpetradores) ama daha çok kurban olan onlardı.
Yerliler, Panama nüfusunun (3.4 milyon) yaklaşık yüzde 12’sini (418 bin kişi civarı) oluşturuyorlar. İspanyolca baskın dil ama ayrıca bu yerlilerin kendilerine ait konuşulan sekiz dilleri var. Bir kısmı kırsal alanda yaşayan ve yaşam biçimlerini korumaya çalışan bu topluluklar, bir anlamda varlık yokluk mücadelesi veriyorlar. Panama için belki artık özel bir devlet baskısından söz edilemez fakat kapitalizmin onları bir nesne olmaya zorlaması ise yaşanan gerçek. Tıpkı bizim ziyaret ettiğimiz ve turistlere seyirlik bir şeyler sunarak para kazanmaya çalışanlar gibi.
Bizim buluştuğumuz kabile doğal bir koruma alanında yaşıyordu, topluluk daha uygun yaşama koşulları bulacağını düşünerek güneyden buraya göçmüştü. Doğal koruma alanında olmak beklentilerinin aksine onları geleneksel yaşam biçiminden kısmen uzaklaştırmış. Örneğin elbiselerini yaptıkları ağaç kabuklarını kullanamaz hale gelmişler çünkü yasak. Çin’de üretilmiş tekstil ürünlerini kullanmak zorundalar, hakeza takı olarak kullandıkları boncuklar da öyle, artık plastik. Sonuçta bir şeyler satın almak zorundalar. Ve daha da önemlisi onlara Manhattanvari heybetli binalarıyla yükselen kentte ne “çıplak” bedenleriyle ne de dilleriyle yer var!
Onların çığlığına daha sonra Kosta Rica’nın başkenti San Jose’de bir müzede de rastlayacaktım, ekrandan bir grup yerli bize İspanyolca sesleniyordu “Biz ana dilimizi konuşmak istiyoruz, yok sayılmak istemiyoruz…” diyorlardı. Size bir şeyler anımsatıyor mu?
Kosta Rica’da yerlilerin varlığı 90’ların başına kadar devlet tarafından tanınmıyormuş. Bugün bekiz farklı yerli-etnik topluluğun 24 bölgede ve en az altı farklı dil konuşarak yaşadıkları ifade ediliyor. Fakat bunlardan sadece dört kabile geleneksel yaşam biçimini koruyabilmiş. Bugün devletin, piyasanın dinamikleri onlara da “uyumu” yani bir anlamda yok olmayı dayatıyor. Onların yaşadığı alanlar uluslararası şirketlerce şu ya da bu nedenle sık sık yağmaya tabii tutuluyor.
Gözüm Arjantin’e kayıyor, terörizm suçlamasıyla bir süredir tutuklu olan Mapuche gençleri delil yokluğundan serbest bırakılmış. Bu sonuncunun size pek aşina olmadığının farkındayım, ne demek delil yok! yoksa yarat…
Kiliseler…
Panama City’e gidiş gelişte çok sayıda kilise gözüme çarptı. İrili ufaklı kimisi adeta bakkal dükkanını andıran bu kiliseler yığınına bütün seyahat boyunca denk gelecektim. Geleneksel olarak Latinlerde işgalcinin dini olan Katoliklik hep güçlü oldu. Fakat son dönemde bugün ABD yönetim katını sembolize eden Evangelist Kilise’nin de Orta ve Güney Amerika’da artan etkinliği gözle görülür düzeyde. Bugün başta Brezilya olmak üzere Meksika, Kolombiya, Kosta Rica, Guatemala, Venezuela, Honduras, Şili gibi ülkelerde ya hükümet ya da muhalefet düzeyinde temsil olanağına sahip. Arjantin’de de son dönem gelişen kadın hareketinin karşısında Katolik kilisesinden daha güçlü bir pozisyonda olduğu dile getiriliyor. Hatta dedikodu düzeyinde de olsa Nikaragua Devlet Başkanı Ortega’nın da bu kilise ile haşır neşir olduğu söyleniyor.
Evangelist akım Katolik Kilise’sinde Papa Francis’le birlikte gündeme gelen görece yumuşak söylemlere karşı tutuculuğu radikalleştirerek mevzi kazanma derdinde. Bir tür Hristiyan Siyonizmi olan Evangelist anlayışın bugün dünyada sağcılığın kalesi pozisyonunda olduğunu söylemek fazla abartılı olmaz. Geçen yıl ölen Guatemalalı ABD destekli diktatör José Efraín Ríos Montt Güney Amerika tarihinde iktidar sahibi ilk Evangelistlerden biri olarak anılıyor. Öyle de olsa yaşamının son yıllarında soykırım ve insanlığa karşı işlenmiş suçlardan yargılanmaktan kurtulamadı. Kanlı suçları bazen din şalı örtmeye yetmiyor…
Nikaragua ve El Salvador’da bazı kilise ve iş yerlerinin üzerinde gördüğüm Davut Yıldızı bir hayli dikkat çekiciydi. Bunun nedenini El Salvadorlu rehbere sorduğumda insanların buralarda, İncil’e dayanarak Yahudilerin seçilmiş bir millet olduğuna inandıklarını ve o yüzden onların sembollerini kullandıklarını söyledi.
El Salvador’a ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında çok sayıda Yahudi’nin kaçmak zorunda kaldığını da ekledi. Halbuki daha önceki duraklarımızdan Kosta Rica’da, yerel rehberin anlatımından onlara pek iyi gözle bakmadığını/bakılmadığını hissettim. Bu beraber yolculuk yaptığımız Macarlar’ın bir kısmında da hissedilebilir bir şeydi. Kosta Rica’ya 19. yüzyılın son periyodunda geldikleri zaman hiç bir şeyi olmayan Yahudiler’in krediyle, kağıtlarla iş yapmaları nedeniyle nedense “Polaco”-Polanyalı- adı takılmış-sanırım ilk gelenler ya da göçmen Yahudilerin ağırlığı Polonya’dandı- bugün ülkenin en zenginleri onlar olsa da etiketleri baki.
Gezdiğimiz eski kiliselerin çoğu İspanyol işgalcilerin eseriydi. Bu bölge dünyadaki fay hatlarının kesişme merkezlerinden biri olduğu için yanardağı ve depremi bol. O yüzden kiliselerin önemli bir kısmı depremlerde hasar görmüş, yıkılmış, yeniden yapılmış. Bazı değişmezler ama her yerde aynı. İspanyollar’ın yerli halktan çaldıkları altını, gümüşü eritip kiliseye süsleme olarak yığmaları ve yerli halkın İsa’yı resmederken kendilerine benzeterek benimsemeleri. Bu mitler yaratarak yaşama geleneklerine çok uygun.
Kiliselerden bahsetmişken El Salvador’un başkentindeki San Salvador’daki Rosario Kilisesi’ni mutlaka anmalıyım. Brutalist stilde olduğu söylenen kilise dışarıdan bir beton yığını görünümünde, içerisi ise güneş ışığı ve renkli camlar sayesinde gök kuşağı renkleriyle kaplı. İçerideki dinsel temsiller de klasik kilise süslemelerinden farklı daha çok sanatsal takılınmış desem yeri. Kilise ayrıca tarihe şahitlik yapmış. 1979’da gösteri yaparken ABD destekli devlet teröründen kaçıp bu kiliseye sığınan 21 sivil katledilmiş. Aynı gün kent merkezinde başka kilisler de katliamlara şahit olmuş.
Aşağı yukarı bir yıl sonra, kanlı devletin vaazını vermeyi reddeden bir yüce gönüllü daha katillerin hedefi olmuş. Monsenyör Romero.(2) El Salvadorlular onu ve onun gibi hayatlarını feda eden devrimcileri unutmamış. Bu unutmama haliydi belki de Papa Francis’e onu geçen yıl “aziz” ilan ettiren.
Bir şeylere uzaktan bakınca ayrıntılar silikleşiyor. Bu kaçınılmaz olarak eksik değerlendirmelere yol açıyor. Bütün Hristiyanları top yekûn aynı kaba koymak gibi. Yakından bakmak elbette olanı bütünüyle göreceğimizin bir garantisini vermez. Fakat en azından Dünya Düzdür Cemiyeti’nin mensubu bir kısım solcumsular gibi Papa’nın Yeni Zelanda katliamı karşısında söylediklerini(3) göz ardı ederek toptancı “katil-hristiyan-batı” denklemleri kurup diktatör şahsın değirmenine su taşımasak, daha iyi olmaz mı, ne dersiniz?
Küçük bir dünyada yaşıyoruz ve her geçen gün daha boğucu hale geliyor. Afrika’nın güneyini vuran tropik fırtınada kaç kişi öldüğünü dahi bilmiyoruz, sahi merak ediyor muyuz? Ya da Yeni Zelanda’daki saldırının niye olduğunu. Halbuki insanlar bu sorunları pekala birlikte rahatlıkla çözebilir. Niye çözmüyoruz, daha ne kadar kandan, felaketten başka bir tasarımı olmayan politikalara/ideolojilere geleceğimizi emanet etmeye devam edeceğiz? Sahi biz kimiz? (AS/HK)
Not: Orta Amerika gezisini anlatma işi bu hafta da bitmedi, artık gerisi gelecek biamag’a. “Peki biz arada ne okuyacağız?” derdine düşen okura ise yol boyunca bana eşlik eden Çevengur’u (A. Platonov, Çev. G.Ç. Kızılırmak-Metis) hararetle tavsiye ederim.
(1) Arjantin’de yaşayan arkadaşım Dilan Bozgan sağ olsun beni bu konuda aydınlattı. Başka yerlerde olmasa da Panama ve Puerto Rico’da bu sözcük aptal ve tembel anlamında kullanılıyormuş. Anlayacağınız bu kulak sürçmesi belki de sadece bir vehim değildi.
(2) Óscar Arnulfo Romero y Galdámez (15 Ağustos 1917 – 24 Mart 1980) Romero, 1950’lerden itibaren Katolik Kilisesi içerisinde Güney Amerika’da gelişmekte olan “özgürlük teolojisi” diye nitelenen akımın bir üyesiydi. Bu hareket dönemin gelişen toplumsal hareketlerinden etkilenmiş, insanın kurtuluşunun ancak sınıf mücadelesiyle mümkün olduğunu söylerken bu doğrultuda uğraş vermiştir. Çok sayıda mensubu dönemin soğuk savaş politikalarının bir ürünü olarak CIA türünden kuruluşların hedefi olmuştur.
Kilisede bir dini tören sırasında öldürülen Romero da, katledilmesinden bir gün önce yaptığı konuşmada devlet terörünü lanetlemiş askerlere insan haklarına saygılı olma çağrısı yapmıştı.
Romero’nun 30 Mart’ta düzenlenen cenaze töreni ise ülke tarihinin en kalabalık mitingine dönüşürken, halk devlet teröründen burada da nasibini alacaktı. Hala net sayı belli olmamakla birlikte bu saldırıda da yaklaşık 50 kişinin hayatını kaybettiği sanılıyor.
(3) Merak edenler ilgili haberi buradan okuyabilir:https://www.bbc.
Yazının ilk bölümü için tıklayın.