Şenay Aydemir uzun yıllar çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra 2014’te bütün bu yoğun temponun dışında kalmayı seçerken, bu süreçte günümüzde her geçen gün katlanarak artan çalışma saatlerini farklı bir gözle değerlendiren bir kitap ortaya çıkardı.
Kitap herkesin istediği ama vermeye bir türlü cesaret edemediği bir kararın sonrasında yaşananları anlatıyor.
Çalışmaktan başını kaşımaya fırsatı olmayan insan yalnız kalınca ne yapar? Sabah kahvaltı hazırlamayı düşünmeye vakti olmayan biri nasıl kahvaltı hazırlar? Yoğun iş hayatından gönüllü olarak vazgeçen birisi, hala aynı hayata devam eden arkadaşlarıyla ilişkisini nasıl yürütür? Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarını, Şenay Aydemir kim zaman alaycı kimi zaman da ayrıntılı bir şekilde bir sistem eleştirisi yaparak vermeye çalışıyor.
Şenay Aydemir ile Can Yayınları’ndan çıkan “Organik Bozukluk: 21. Yüzyılda Tembellik Hakkı” kitabı üzerine konuştuk.
Kitabınızın başlığıyla başlayalım. Tembel kimdir?
Kitapta kullandığım anlamıyla söylersem; “iş hayatının gereklerini asgari ve insanı düzeye indirmeyi başarmış. Kendisine, ilgi alanlarına ve sevdiklerine vakit ayırmayı başarmış kişi” diyebiliriz.
Türkiye’de tembellik pek sevilmez. Her aile çocuğu erkenden işe girsin, para kazansın ister. İşin iyisi kötüsü olmaz toplumumuzda. Siz tembelliği bir hak olarak tanımlıyorsunuz. Bunu açıklar mısınız?
Kastettiğim şey boş durup hiçbir şey yapmamak değil hiç kuşku yok ki. Çalışmanın bütün hayatı kapsadığı, çalışanlardan günün 12 saatinin haftanın altı gününün istendiği bir döngüde tembellik yapacak zaman talep etmek ve bunda ısrar etmek bir haktır diye düşünüyorum.
Bu aynı zamanda bir insan hakları talebidir bence. Bütün hayatın çalışma ile düzenlendiği ve çalışmanın bu kadar kutsandığı bir dünyada kendi ilgi alanlarımıza, hayatın bir tarafında akıp giden şeylere karşı vakit yaratacak bir çalışma formu olmalı.
Sizin tembellik yapma ihtiyacınız ne zaman, nasıl başladı?
2014 Haziranı’na kadar çok kısa bir ara dışında 17 yıl boyunca haftada altı gün, günde ortalama on saate yakın çalıştım. Yani bir anlamda yorgunluk baş göstermişti ve yapmak istediğim şeylere zaman ayıramıyordum.
Biraz dinlenmek, eve, çevreme ve kendime vakit ayırmak gibi rüyalar görürken (çalışan için bunlar bir rüyadan ibarettir çünkü) çalıştığım kurum olan Radikal gazetesi kağıt baskısına son verdi.
Ben de bunu fırsat bilerek gazeteden ayrıldım. Görece avantajlı bir durum yarattı bu benim için çünkü en azından bir süre geçimimi sağlayacak tazminat da almıştım.
“Ve ilk günler hep en mükemmel olanlardır…” diyorsunuz. Tembellik yaşamı rutin haline getiren her olaydan bir kaçış ihtiyacı mı yoksa sürekli mükemmeli arama ihtiyacı mı bizi yoruyor da tembellik yapmak zorunda kalıyoruz?
Aslında her ikisi de. Çalışma hayatı ister istemez birçok rutin yaratıyor. Aynı yoldan işe gidip geliyoruz, akşamları aynı markete, aynı manava uğruyoruz. Birkaç saatlik vakitte aynı kafeye/bara oturuyoruz arkadaşlarla. Çünkü risk almak istemiyoruz. Garantiye oynuyoruz. Vaktimiz yok.
Bu rutin yalnızca çalışma alanında değil. Evde de rutinler yaratıyor. Çoğu arkadaşım gibi ben de oturma odası ve yatak odası dışındaki alanları kullanmıyordum. Arada bir mutfağa girip bir şeyler yapmak dışında orası da kullanım dışıydı. İşten eve gel, yemek ye, televizyonda bir şeyler seyret (ya da film seyret) hala takatin kaldıysa kitap oku ve yirmi sayfa sonra uykuya dal. Sabah kalk ve aynı rutini tekrarla. Ki, benim çalıştığım iş kolu olan medya rutin oluşturma konusunda şanslı alanlardan birisidir yine de.
Sürekli mükemmeli arayanlar niye arıyor ben de bilmiyorum. Buradan kasıt yaptığınız şeyi en iyi biçimde yapmaksa bir itirazım yok. İnsan emek harcadığı şeyi hak ettiği biçimde yapmalı ama işte mükemmellik arayışı önünde sonunda bir sömürü aracına dönüşüyor.
Çalışmanın sevdiğimiz şeyleri unutturduğundan dert yanıyorsunuz. Hem sevdiğimiz hayatı yaşayıp hem çalışmak mümkün değil mi?
Bir genelleme yapacak olursam mümkün değil. Bunun istisnaları var tabii. Yani hem sevdiği işi yapıp hem de para kazanmayı başarmış insanlar var ama çok azlar. Ben hem çalışırken, hem de işten ayrıldıktan sonra çalışma hayatı içinde olup da keyfi yerinde olan çok az insan gördüm. Bunun iki nedeni var bence. Birincisi çalışmanın basit bir mantığı var. Siz bir yere on saatinizi satarsınız, çünkü kendinize ait 14 saati satın almak istersiniz. Bu ekonomik olarak sizi tatmin etmediğinde mutsuzluk başlar.
İkincisi, çalışma formunun son on yılda aldığı hal insanların işten ‘keyif’ almasının olanaklarını giderek daralttı. Medyadan örnek verirsem, on yıl önce de çok para kazanmıyorduk ama iyi ekiplerle eğlenceli çalışma fırsatımız vardı. Görece haber yapma, haber seçme özgürlüğü vardı. Şimdi amansız bir ‘tık’ rekabetinin içinde, üstüne üstlük siyasal ve ekonomik zorunluluklar altında bu işi yapan insanların zevk alarak çalışamadığını gözlemliyorum.
“Çalışmak muhafazakarlıktır” demişsiniz. Ne demek tam olarak bu?
Çalışırken kendinize ait zamanın azlığı ister istemez belli alışkanlıklar, rutinler ve tekrarlar yaratır. Bunların dışına çıkmak, risk almak istemezsiniz çok fazla.
Çünkü elinizdeki az zamanı da riske etmek istemezsiniz. Bu da giderek günlük hayatınızı muhafazakarlaştırır. Hep garantili, bildiğiniz alanlarda kalmaya çalışırsınız. Aynı restoran, aynı meyhane, aynı tatil köyü, aynı ayakkabı mağazası, aynı park. Kastettiğim şey tam olarak bu!
“Bir sürüye ait olamıyorsanız, kendinize yeni bir sürü bulmak zorundasınız” cümlenizle Türkiye’deki birey kavramına da bir eleştiri getiriyor musunuz?
Hayır, öyle bir niyetim yok. İnsan kolektif bir yaratık sonuçta ve ancak toplulukların parçası olarak var olabiliyor. Bu topluluklar içinde kendi kimliğinizi ve özelliklerini korumak başka.
Burada kastettiğim şey, “çalışan” dünyasından çıktıktan sonra ortaya çıkan aidiyet duygusu. Kendinizi ait hissedebileceğiniz alan arayışı.
“Kurumsal kimlik” bir biçimiyle sizin de hayatınızın parçası oluyor. O kurumun “marka değeri” sizin üzerinize yapışıyor. Bunun faydaları da olabilir. Ama oradan çıktığınız ve en azından bir süre geri dönmeye niyetinizin olmadığı anda hem “tembel” olmayı başarmış hem de hayatını asgari düzeyde de olsa sürdürebilen insanlarla temas etme ihtiyacı duyuyorsunuz. Kastettiğim bu.
Sistem yetenekleri sömürüyor diyorsunuz. Türkiye’deki gençler özellikle birbiriyle kıyasıya bir yarış halindeyken bunun önüne nasıl geçilebilir? Yetenekli insanlarımız azalıyor mu her geçen gün?
Yetenekli insanlar azalmıyor ama çalışma formu onları birbirine benzetiyor sanki. Sonuçta bugün medyada işe başlayan genç arkadaşların büyük bir kısmı internet medyasında kendisine iş bulabiliyor.
Bu alan ise şu anda içerik üretmekten çok içerik pazarlamaya odaklı. Aynı haber aynı başlıkla düşüyor önümüze birçok haber sitesinden. Bu haberi farklılaştıracak, iki yorum, bir görüş, hikayenin geçmişine dair birkaç satır eklemeye vakit yok. Varsa da bunu teşvik edecek yol gösterecek yönetici yok. Haliyle yetenek dediğimiz şey de tek bir alana kanalize oluyor ve aynılaşmaya başlıyor.
Tüketim toplumuna dikkat çekiyorsunuz kitabın sonlarına doğru. Az eşya ile yaşanmaz, hep dursun ileride lazım olur kültürü baskın gelir toplumda. Fazlalıklarımızdan kurtulursak daha verimli bir çalışma anlayışı geliştirebilir miyiz?
“Fazlalık ne ki?” Dikkat çekmeye çalıştığım şey artık birçok şeyin hayatımıza “zorunlu ihtiyaç” olarak dayatılması ya da gerçekten zorunlu ihtiyaç haline dönüştürülmesi.
Hal böyle olunca eviniz tıka basa dolu olsa bile hiçbiri size fazlalık olarak gelmiyor. Kitapta anlatmaya çalıştığım şey bu geniş “zorunlu ihtiyaç kalemi”nin insanları tüketimle nasıl bağladığı ve kaçınılmaz olarak para ve iş ile kurduğumuz ilişkiyi başka bir boyuta taşıdığı.
Sağlık, eğitim gibi temel kalemleri bile satın alır duruma getirildik. Konut gibi temel insan hakkı olması gereken şeyler tüketimin motor gücüne dönüştürüldü. Şimdi bunların alınır satılır olmasının son derece normal karşılandığı bir evrende, “çamaşır makinesine gerek yok, mahallelerde kolektif çamaşır haneler olsun” ya da “her ay makul bir aidat ödediğimiz ve çeşit çeşit yemeğin sağlıklı koşullarda çıkarıldığı mahalle aş evleri kurulsun” diye taleplerde bulunmak eski kafalılık olarak algılanır en iyi ihtimalle.
Bu kitabı yazarken başka ülkelerdeki çalışma yaşamını, sistemlerini inceleme şansınız oldu mu hiç? Aynı eleştiriler başka ülkeler için de geçerli olabilir mi?
Özel olarak incelemedim. Ama Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan arkadaşlarla yaptığım sohbetlerden ya da oralarda yaşamış Türkiyeli dostlarımdan görüşler aldım.
Gözlediğim şey henüz bizim kadar olmasa da oralarda da benzer bir çalışma formunun oturtulmaya çalışıldığı yönünde. Tek fark, çalışanlar örgütlü oldukları için mesai saati, hafta sonu izli, yıllık izin ve emeklilik yaşı gibi kritik konularda hak mücadelesini sürdürebiliyorlar ve bizdeki gibi bu hakların gaspının önüne geçebiliyorlar şimdilik.
Düşünün bir günde emeklilik yaşı 65’e çıkarıldı bu ülkede. Bazı sendikaların muhalefeti dışında genel bir kabul gördü. Yirmili yaşlarının başında çalışmaya başlayan insanlar 25 yıl sonra 45-50 yaş arasında emekli olma hakkı kazanıyorlardı. Düşünsenize hayatının geri kalanında tembellik yapabilmek için ne kadar vakti var. Ya da benim çocukluğumda sekiz saatlik iş günü koşulsuz uygulanırdı. İnsanların kendileri için geniş bir zaman kalırdı. Şimdi mesailer fiili olarak 10-14 saat aralığına çıkarıldı ve bu sessizce kabul edildi. (Çİ/EKN)