Romantizm Aydınlanma felsefesinin bir nevi karanlık yüzüdür. Aydınlanma filozoflarının değersizleştirdiği mitler, efsaneler, peri masalları, kahramanlar, altın çağlar, kültler, aziz ve azizeler ile birlikte modern evrensel medeniyet ideası karşısına folk kültürü ve organik bir canlı olarak milleti koyar.
Bir heyecan ideolojisi olarak Romantizm, millet inşasının estetik boyutu olan “milli kültür”ü yaratmayı mümkün kılar. Romantik milliyetçilik ya da “Milli Romantik Duyuş” diye de isimlendirilen bu yönelim, devletin, milletin ve vatanın romantikleştirilmesi yoluyla topluma politik bir bilinç aşılamayı amaçlar.
İşte Hasan Aksakal’ın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Türk Politik Kültüründe Romantizm isimli parlak çalışması (Eylül 2015, 312 sayfa) bu süreç ve kavramlar çerçevesinde zengin bir tartışma sunuyor. Aksakal, Tanzimat’tan günümüze milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı söylemlerle bezeli Türk milli kültürünün politik dilini, bugüne dek gözden kaçırılmış bir anahtar kelime olan “Romantizm” ile yeni bir yorumla ortaya koyuyor.
“Vatan simyacılığı”
Hasan Aksakal’a göre, “milli romantizm” ya da “milli romantik duyuş” edebi-estetik bir tavırdan çıkıp politik bir vasıtaya dönüştürüldüğünde bir çeşit “vatan simyacılığı”dır. (s.149) Bir nevi devlete ve millete dair “estetik cerrahi” müdahaledir. Kimi zaman da bir tür duygu manipülasyonudur. Romantizmin temel özellikleri güzelleştirme, kahramanlaştırma, şiirselleştirme, destanlaştırma ve kutsallaştırmadır...
Sıradan olanı sıradışı, bilindik olanı gizemli, basit olanı değerli gösterecek bir dil ve anlatımla, romantik şair, filozof ve tarihçiler dili, tarihi, coğrafyayı cennetleştirir. Bu yolla hem topluma bir ‘ben idraki’ hem de ezel-ebed bir süreklilik hali yaratarak bir aidiyet ve mensubiyet ethosu yaratır. Bunu yapmanın başlıca yollarını oluşturan dört temayı Hasan Aksakal bölümler halinde inceliyor.
Bunlardan biri milli ruh, yani “Volksgeist” efsanesi. Taşra romantizmi; yani folklor, popülizm ve köyü, pastoral değerler eşliğinde yüceltmek ise bir diğer bölümün konusunu oluşturuyor. Romantik devlet ve vatan mitolojisi ya da politik ilahiyat da bu konuda asli bir öneme sahip ve çalışmanın bir bölümü de bu konuya ayrılıyor.
Son bölümün konusu ise edebi romantizmin tarihi araçsallaştırmasıyla, tarihin edebi-estetik bir tasvir için kullanılmasını resmeden romantik tarih anlayışı. Bu anahatlar üzerinde yazarın ele aldığı biçimiyle, her ne kadar hamasi yönü ağır bassa da, Hasan Aksakal’a göre, böylesi bir romantizasyon milli devletlerin kuruluş ve şekilleniş dönemleri için merkezî ve kritik bir role sahiptir.
150 yıllık millileşme
Aksakal 1860’lardan günümüze uzanan 150 yıllık modernleşme-millileşme seyrini üç elli yıla bölüyor ve 1910’lara kadar Namık Kemal’in, 1910-1960 arasında ise Ziya Gökalp’in kurucu figür olduğunu, metinlerinden yaptığı alıntılar ve ince ayrıntılar veren değerlendirmelerle ortaya koyuyor.
1960’lardan sonra ideolojik çeşitlenme sebebiyle gerçek bir romantik lider öne çıkamasa da, Cemil Meriç, Yeni Osmanlıcılık, Necip Fazıl, Türk-İslam Sentezi etkisi gibi vurgular göze çarpıyor. Metnin genelinde de Tanpınar, Yahya Kemal, Nihal Atsız, Nazım Hikmet, Mehmet Akif gibi birçok isim milli romantizasyona etkileri bağlamında tahlil ediliyor.
Karşılaştırmalı tarihsel sosyoloji modeline dayanan eser, Türkiye’nin tecrübelerini İrlanda, Almanya, Polonya ve Rusya gibi başka modernleşme-millileşme ilişkileri bağlamını da dikkate alarak değerlendiriyor. Böylece Romantizmin yaşanan tüm toplumsal gelişmelere ya kuşatıcı bir anlam kazandırdığını ya da can sıkıcı gerçekleri maskelemeye yaradığını (s.19) anlatması bakımından metnin Türk Romantizmini Avrupa Romantizmiyle yüzleştirildiği bölümler oldukça öğretici bir hal alıyor.
Garbiyatçılık
Bu kıyasın Garbiyatçılık konusuna açtığı yer ise kitabın belki de en kışkırtıcı bölümü (s.65-80).
Türkiye’deki neredeyse tüm siyasi akımların hamasi söylemlerinin başlıca sebebi, estetikleştirilen Türklüğün varoluşsal “Öteki”si olan Batıymış gibi görünmektedir. Türk düşüncesini romantikleştirenlerin Batıyı yekpare bir bütün şeklinde tasavvur etmeleri ve Batı modernitesinin özü olan sanayileşme/kapitalizm meselelerine dair tek kelam etmemek üzere sergiledikleri ortak tutum dikkat çekicidir. Gerekli sınıfsal analizler yapılmadan sadece kültürel ve ahlaki zaviyeden yapılan Batı eleştirisinin ucuz retorik ve hamaset çukuruna saplanması son derece doğal olsa gerek.
Dolayısıyla 19. yüzyıl İngiltere’sinde Charles Dickens’in kaleme aldığı Zor Zamanlar’a karşılık 20. yüzyıl Türkiye’sindeki sanatçı duyarlılığının “Fabrika Kızı” şarkısından öteye geçememesi sürpriz olmaktan çıkar. (s.69) Üstelik Batılılaşırken moderniteyi içselleştiremediği için agresif bir Garbiyatçılık hakim olmuştur Türk aydınına.
“Kanon”
Türk Politik Kültüründe Romantizm’in temel tezleri dikkate alındığında edebi, felsefi ve siyasi söylem geleneğinin bir kanon oluşturduğu söylenebilir. Kemalistlerin de İslamcıların da modern dünyaya ilişkin referanslarının aynı olması; siyasi-kültürel liderlerin tüm belagat yeteneklerinin hedefinin millet olması, Rousseau felsefesinin ve Hugo edebiyatının tüm romantik temalarının herkesçe benimsenmesi, milleti bir vatanla bütünleştirme ve Yüce Devlet çatısı altında “iyi evlatlar” olarak terbiye etme çabası ilginç bir toplumsal mistifikasyon yaratmaktadır.
Kitabın bütününe hakim olan bakış, vatanı cennetleştirmeden, vatan uğruna yaşayıp ölmeyi şehitleştiremediğini, şehit ve gazi edebiyatı yapmadan hiçbir savaşı, davayı, mücadeleyi meşrulaştıramayacağını gösteriyor. Menkıbelerin, efsanelerin, meçhul asker heykellerinin, okullarda ezberletilen metinlerin bu uğurda nasıl bir rol oynadığını görüyoruz. Tarihi romantikleştirme konusu da gerçeklerden ziyade muhayyel kahramanlara, devlet büyüklerine, dehalara, sanatçılara ve anonim eserlere (Aksakal’ın deyimiyle bir “Anadolu mayası” yaratmaya elveren birikime) dönük oluyor elbette.
Coğrafyayı romantikleştirme dünyanın her yerinde aynı olan dağlara, denizlere, şehirlere kasideler yazmakla mümkün olduğundan Fazıl Hüsnü’den Cahit Sıtkı’ya göz gezdirmeyi gerektiriyor.
Dili romantikleştirme ise Türkçe düşünceyi ve sanatı yüceltmekle, onu tatlandırmayla mümkün olduğundan Yunus Emre’den Âşık Veysel’e bağlantılar kurmayı gerekli kılıyor. Türk destanları ve menkıbeleri eşsizdir diyerek sıradan halk kültürünü öven Fuad Köprülü’den Boratav’a nicelerinin gayreti de cabası. Bu “milli kimlik” inşası yüzünden yazar ısrarla dili, tarihi, coğrafyayı mistikleştirme çabalarına dikkat çekiyor.
Milli Edebiyat akımından Milli Türk Tarih Tezine, Milli Mücadele’den milli marşa sızan duygu patlamalarına varıncaya kadar, Aksakal –kendi ifadesiyle- “Türkiye’nin zihin haritasında gezinmek” gerektiğini belirtiyor. Yazara göre, Milli Romantik Duyuş bu unsurlar arasında sıkı bir bütünlük yaratamadıktan sonra insan-toplum-devlet arasındaki safları sıkılaştırmak milli-devlet için artık imkânsızlaşıyor ve Türklüğe dair meta-anlatı aşınmaya başlıyor.
Dilin lezzeti
Özetle; Hasan Aksakal, modern Türk düşüncesine yön veren isimlerin romantik ideallerini ve Batı karşısında konumlandıkları duruşlarını derinlikli bir eleştiriye tâbi tutarak kitabında bu şahıslara resmigeçit yaptırmakta.
Evvelki eseri Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri ve muhtelif makalelerinden de bildiğimiz gibi, çalışmalarını Romantizme odaklayan yazar, bir akademik çalışmadan beklenmeyecek ölçüdeki dil lezzetini de, kritiğini yaptığı bu ekolden –Romantizmden- almış görünüyor.
Bu dil lezzeti, Romantizm konusundaki zengin litaratürle desteklenen analitik bir tahlille birleşince, Türk Politik Kültüründe Romantizm’in okura bir şölen yaşattığını söylemek abartı olmaktan çıkıyor.