Binaların insanlarla konuşabileceğinden habersiz olduğum zamanlardı. Sevdiğim insanları görmenin ilk adımıydı o gara ayak basmak ve ben o insanlara giden yolda duran mekânı belki de bu yüzden çok severdim.
İstanbul'u sevmeyi bana öğreten, kenti ilk kez onun gözleriyle görmeme aracı olan bina, bugün bir kısmı yanmış halde ömründen bir gün daha yerken; ben kapanmak zorunda kalan bir başka bina, bir ibadethane, bir müze ve zamana atılan bir çapa olan Zülfaris'e, onun hiçbir zaman tadamadığım ve tadamayacağım mekân deneyimine kendi kişisel tarihimde belki bir ibadethane, bir müze ve zamana atılan bir çapa olan Haydarpaşa üzerinden üzülüyorum. Yaşamdan yana içi boşalan mekânların, bugüne kalan “maddi kabuğunun izi”nde (Buck-Mors, 2010, s. 182) kendi ilk gençliğimi arıyorum.
Haydarpaşa Garı Nazım'la konuşurdu: “Haydarpaşa garında/ 1941 baharında/ saat on beş./ Merdivenlerin üstünde güneş/ yorgunluk/ ve telaş. ... Denizde balık kokusuyla/ döşemelerde tahtakurularıyla gelir/ Haydarpaşa garında bahar” ve “Sepetler ve heybeler/ merdivenlerden inip/ merdivenleri çıkıp/ merdivenlerde duruyorlar[ken]” Memleketimden İnsan Manzaraları seriliverirdi Nazım'ın karşısına. “Sarı iskarpinlerim olsa/ kızlar bana baksalar” diye düşünen 15 yaşındaki çocuğu da, “Kaç yaşında öleceğim?/ Ölürken üzerimde yorgan olacak mı?” diye düşüncelere dalan 52 yaşındaki işsiz adamı da Haydarpaşa'nın merdivenlerinden betimlerdi Nazım bize.
Haydarpaşa Garı benimle konuşurdu. Yeşilçam filmleriyle aşina olunan çehresi, trenin kalkmasına ne kadar vakit olduğunu imleyen kocaman saati, kente meydan okumaya davet eden merdivenleri, denize, İstanbul'a, anılarıma uzanan kocaman ahşap kapılarıyla bir binadan, bir gardan çok daha ötesi, insanın mekânda inşa ettiği zaman makinesiydi.
Eskişehir'de üniversitede okurken gizlice yaptığım ilk şehirlerarası yolculukların tek tanığı, gençliğin en heyecanlı ve en keyifli yolculuklarının ilk karşılayıcısı ve uğurlayıcısıydı. İşte bu yüzden de şimdilerde İstanbul'un diğer metruk yapılarına karışması için amansızca verilen çaba, yalnızca mekânın fiziksel varlığını değil, insanların o mekândaki tecrübesini de yerle bir etmeye, (çoğunlukla göz-görme üzerinden mekânı tarife meyilli olan modern mimari terimlerinde sıklıkla gözardı edilen) duyularla zaman içinde örülen girift, yoğun, çok katmanlı perdeyi de indirmeye hazırlanıyor.
Haydarpaşa Garı bizimle konuşurdu. Bu kimi zaman yıllar süren ayrılığı sona erdiren kavuşmaların, sımsıkı sarılmaların kimi zaman da uzaklara “gidenlerin türküsü”nü mırıldanmakla olurdu. Michael Pollan (2015), Bana Ait Bir Yer'de mekân deneyimini tarif etmenin, “hafıza ve çağrışımın sağladığı sayısız diğer iplikler”i de işe koştuğundan bahseder. Bu yüzdendir mekândan konuşmaya anılarımızdan, hissettiklerimizden başlamamız şüphesiz.
Riva Hayim'e, Zülfaris Sinagogu'nu son bir kez açtırmayı başarıp vedalaşmaya giderken, 1900'lerin ortalarında orada evlenen anneannesinin anısını yad etmek için arkadaşının katılmayı istemesi; benim, Yusuf Atılgan'la, yaptığım yolculuklarda tanışmamı ve bir “aylak adam” olarak trenden inişimi, final zamanlarında yolculuk yapan her öğrenci gibi sınavlara Haydarpaşa'da hazırlanışımı ve ironiktir ki gara son kez mezuniyet törenime gitmek üzere ayak basışımı anlatmam bundandır.
İlhan Berk’in (bugün Beyoğlu'nda tarihi dokusundan büyük bir ödün vermeden ayakta durmayı başaran nadir pasajlardan biri olan) Avrupa Pasajı için “kendisiyle birlikte tarihi de buraya kapamış” dediği yerdir Zülfaris, Haydarpaşa... Dış dünya ile iç dünya arasındaki bağlantının cisimleştiği, yolcuların kendi kişisel tarihlerini kentin tarihine eklediği, kolektif belleğin ilmek ilmek örüldüğü...
Haydarpaşa Garı İstanbul'la konuşurdu. Ülkenin bir başından diğerine süzülen Doğu Ekspresi'nin kalkmadan önce uzun uzun öttürdüğü düdüğü, çoğu zaman cebindeki son metelikleri denkleştirerek yola çıkanların veda mendilini sallarken, daha mağrur bir şekilde yol alan Başkent Ekspresi, Ankara'ya gidiyor olmanın ağırlığını taşırdı. Yolculuk yapacağımız treni seçmek, trende yaşayabileceğimiz deneyime dair ipuçları da içerirdi.
Walter Benjamin, Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine denemesinde, deneyimi hem özel yaşamda hem de toplum yaşamında bir gelenek sorunu olarak ele alır. Bilinç düzeyinde algılanmamış verilerden oluşan deneyimin (2011, s. 204) büyük kentlerde yitirilişini, 19. yüzyıl Paris pasajlarında yaşanan tahribat üzerinden inceler Benjamin. Bu tahribatın çok ileri düzeyde sürdüğü İstanbul'da, toplumsal belleğe ülkenin bir anlamda sembolleri haline gelen dozer ve vinçlerin darbesini indirilirken, kentlilerin deneyimi de bir an bile tereddüt edilmeden toza toprağa karıştırılıyor.
Haydarpaşa Garı, mimarisi, konumu, yüzyıla tanıklığı, durmaksızın gidip gelen trenlerde taşınan hikâyeleri kucaklayışıyla sahip olduğu auradan her geçen gün uzaklaşırken, bizlere biçilen rol, sesimizi çıkarmadan makus talihimize iç geçirmek oluyor: Neredeyse başka kentten kalkan (sözde) hızlı trenlere binbir eziyetle erişip belediye otobüsüne binermiş gibi binerek yola çıkmak, geç saatlerde döndüğümüzde ise -özellikle kış aylarında- bir servisin, otobüsün, zaman zaman dolmuşun bile bulunmadığı Pendik'ten Kadıköy'e gelebilmek için yaklaşık 25 kilometre yol almak...
Haydarpaşa Garı tarihle konuşurdu. Bir asır önce İstanbul'un gerdanına yerleştirilen bir inci olan Haydarpaşa, her geçen gün biraz daha kararır, gözü gibi sakındığı trenleri çürümeye yüz tutarken, yarınlarına dair ciddi endişeler taşıyor.
Atilla Dorsay, Saray Sineması'nın fotoğraflarını çekmek amacıyla ilk kez içeri giren arkadaşı için, “Bu salonda belki hiç film izlememiş, izlemiş bile olsa benim kuşağımın, (...) beyazperdeden yansıyan görüntüler veya sahneden salona yayılan seslerle belleklerine bir daha ayrılmaz biçimde yerleşen anıları edinecek zamanı olmamıştı” diyerek hayıflanır (1993, s. 138). Dorsay'dan yirmi yıl sonra hayıflanmaya başlasak ilk elde Rumeli Pasajı, Elit Pastanesi, Serkldoryan, Emek Sineması, Zülfaris'i kaybedişimizden başlamamız lazım sıralamaya.
Bugün, insanın algılayışından daha hızlı değişen kent mekânları, Meral (Özbek) Hocamın bir derste söylediği gibi, “geçmişin çeşmesinden bugünü doldurmaya” izin vermezken, “Baktım, eski Paris yok (yazık bir kentin şekli/ Daha çabuk değişiyor ölümlünün kalbinden)” diyen Charles Baudelaire'i fazlasıyla haklı çıkarıyor.[1]
Şimdi Haydarpaşa Garı'yla konuşma sırası bizde. Paris Peasant (1980) adlı eserinde kısa süre sonra yıkılarak bir kalıntıya dönüşecek olan Passage de l’Opera’yı “geleceğin gizemi bugünün kalıntılarından temellenecek” diyerek hafızalara kazırcasına tüm detaylarıyla anlatan Louis Aragon'dan hareketle, bireysel ve kolektif belleğimizde yeri tartışmasız mekânların katlini caiz gören kabuslardan uyanmalı, tutturduğumuz anlatıyı sürekli kılmalı ve daha güçlü bir sesle Haydarpaşa Garı ve yitirmek üzere olduğumuz diğer mekânları anlatmaya, onlarla konuşmaya başlamalıyız. Aksi halde, “[bu] kentlerden artakalan tek bir şey olacak: İçlerinden esen rüzgâr” (Bertolt Brecht). (LB/YY)
Dipnotlar:
[1] Diyarbakır'da insanlarla birlikte yitirdiğimiz hafıza mekânları, Türkiye'de bir yazı yazma sürecinden bile hızlı değiştiğini gösteriyor kentlerin.
Kaynaklar
Aragon, L. (1980). Paris Peasant. S. W. Taylor (Çev.). London: Pan Books
Benjamin, W. (2011a). Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine. Walter Benjamin, içinde, Pasajlar (s. 202-253). A. Cemal (Çev.). (8. Basım). İstanbul: YKY
Buck-Morss, S. (2010). Görmenin Diyalektiği Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi. F. B. Aydar (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları
Dorsay, A. (1993). Benim Beyoğlum. İstanbul: Varlık Yayınları
Hayim, R. (2015, 23 Eylül). Zülfaris'ten Son Çıkanlar ve Şehirden Silinenler. Agos. http://www.agos.com.tr/tr/yazi/12836/zulfaris-ten-son-cikanlar-ve-sehirden-silinenler
Pollan, M. (2015). Bana Ait Bir Yer. İ. Urkun Kelso (Çev.). İstanbul: Sinek Sekiz
* Fotoğraf: Haluk Kalafat