Ne zaman Suriye ile ilgili panel, söyleşi gibi bir etkinlikte Suriyeli bir katılımcının ağzından ‘devrim’ (sawra) lafı çıksa, anında -belli ki orada olup bitenlere duyarlı olduğu için etkinliğe gelmiş- Türkiyeli solculardan birinin çıkıp şu tepkiyi vermesine alıştık: “Hangi devrimden bahsediyorsunuz? İnsanların kafalarını kesiyorlar, devrim dediğiniz bu mu?”
Gezi sürecinde bile gönül rahatlığıyla tedavüle soktuğumuz ‘devrim’ sözcüğünü telaffuz etmeyi Suriyeli devrimcilere çok görüyoruz. Kendi ülkelerinde olup bitenlere ne isim vereceklerini dikte etmeye çalışan tuhaf bir yoldaşlık kibri... Ne yapalım ki, Suriyeli arkadaşlarımız bu kavramı gönül rahatlığıyla kullanıyor; telifi konusunda bize danışmak gereğini de duymuyor.
Belki sorun biraz da kelimenin kökeninden kaynaklanıyor. Devirmekten türettiğimiz ‘devrim’den farklı olarak*, bildiğimiz ‘revolution’ sözcüğü gerçekte gök cisimlerinin birbiri etrafındaki dönüşünü ifade eden bir kelimeden türemiş. İlk kez 1688’de İngiltere Kralı II. James’in -aslında basbayağı darbeyle- tahttan düşürülmesini ifade etmek için kullanılmış, fakat zamanla iktidarın el değiştirmesinden bağımsız olarak toplumda ve sistemde radikal bir değişimi anlatan bugünkü anlamına kavuşmuş.
Aynı şekilde Arapçada devrim karşılığı kullanılan ‘sawra’ kelimesi, sisteme/statükoya karşı eyleme geçmek, değişim için ayağa kalkmak anlamında bir kökene sahip. Kısaca, 1848'de Avrupa'da yaşanan ayaklanmalara nasıl 1848 Devrimleri diyorsak, Arap dünyasındaki kalkışmaları da birer devrim süreci olarak görmek durumundayız. Zaten içinde yaşayanlar, Tunuslular, Mısırlılar, Bahreynliler (elbette bu ülkelerdeki mevcut düzenden nemalanan kesimler hariç) içinden geçtikleri süreci ‘devrim/sawra’ olarak adlandırıyor, dediğim gibi bize sormadan... Buna alışalım!
Suriyeliler nerede?
Evet, Suriye’ye bakınca en çok kafa kesen kara bayraklı sakallı cihatçılar görüyoruz. Karşılarında da temiz pak giyimli, kravatlı Beşar Esad’ı izliyoruz. Çoğu kez birbirlerine bulaşmadan işlerini ayrı ayrı gördükleri halde, medyanın tamamına yakını (kendini ‘sol’ addedenler de dahil) bu manzarada bir tarafı iyilik diğer tarafı kötülük timsali olarak sunuyor bize.
Peki Suriyeliler bu tablonun neresinde? Hem İslamcı faşistlere hem de Esad Ailesi’nin 40 yıllık diktasına karşı mücadele eden devrimcileri nereye koyuyoruz? Gelecekteki bütün kişisel planlarından feragat edip kendini devrime adayan, özgür bir ülke hayal eden insanların savaşını ihmal edilebilir mi sayacağız?
Onlar tam dört yıl önce, cihatçılar falan ortada yokken değişim talebiyle ayaklanıp sokağa çıkmıştı. Her şeye rağmen hâlâ aynı talebi ve aynı devrim hayalini sahipleniyorlar. Hedef ne kadar uzak olursa olsun, su gibi, hava gibi ihtiyaç duydukları özgürlükleri için savaşıyor, o uğurda ölmeyi göze alıyorlar. İki taraftan gelen tehditlere rağmen bildikleri yolda yürümeye devam ediyorlar.
Tıpkı Razan Zaitouneh, Wael Hammadeh, Samira Khalil ve Nazem Hammadi’nin Aralık 2013'te silahlı kişiler tarafından kaçırılana kadar yaptığı gibi.
Douma Dörtlüsü
O zamandan beri Douma Dörtlüsü olarak anılan bu aktivistler, Suriye’de kendi bölgelerinde yaşanan insan hakları ihlallerini belgeliyor, adaletsizliklere karşı barışçıl bir mücadele veriyordu. 2011’den önce de aynı mücadeleyi yürütmüş, bu yolda başları derde girmiş, kimisi tutuklanmış, rejimin muhtelif baskılarına maruz kalmışlardı.
Devrim süreciyle gelen savaş koşullarında ise her iki tarafın, hem rejimin hem de İslamcı faşistlerin hedefi haline gelmiş ve aldıkları tehditlerin ardından ofislerini basan silahlı kişiler tarafından alıkonulmuşlardı. O günden beri yakınları ve dostları onlarla bağlantı kuramıyor ve akibetlerini öğrenemiyor.
Kaçırılanlar sıradan kişiler değil, her zorbanın gazabını çekebilecek birer mücadele insanı.
Samira: Eski bir siyasi tutuklu, güvenlik güçleri tarafından aranırken yerel kadınlarla dayanışma çalışmaları yapan bir aktivist.
Razan: Aralarında İslamcıların da olduğu birçok siyasi tutukluyu mahkemede savunmuş iyi bir avukat ve insan hakları savunucusu, İhlal Belgeleme Merkezi'nin kurucusu. Wael’in eşi.
Wael: Esad’ın tutukevlerinde aylarca tutuklu kalmış, ağır işkencelerden geçmiş bir aktivist. Razan’ın eşi.
Nazem: Şair ve avukat. Razan ve Wael’in sağ kolu.
Samira ve Razan’ı, Mohammad Ali Atassi ve Ziad Homsi’nin yönettiği, muhalif yazar Yassin Al Haj Saleh’ın sürgüne gidişini anlatan “Bizim Dehşet Dolu Ülkemiz” (Baladna Alraheeb/Our Terrible Country) adlı belgeselde tanıdım ben. Filmin başlarında, belediye hizmetlerinin tamamen durduğu kuşatma altındaki Guta’da bir sokak temizleme kampanyasında elbirliğiyle yerleri süpürüyorlardı. Bu sırada yanlarına yaklaşan bir İslamcı erkek, ‘başlarını örtmesini’ tavsiye ediyordu onlara!
Aynı filmin sonlarında Samira’yı kocası Yassin’le skype üzerinden –belki de son kez- konuşurken izliyoruz. Filmin sonundaki notta ise 9 Aralık 2013’te kaçırıldıkları bilgisi yer alıyordu.
Bütün işaretler, Douma Dörtlüsü’nü kaçıranların bölgedeki en etkin Selefi grup olan Ceyş-ül İslam (İslam Ordusu) adlı silahlı örgüt olduğunu gösteriyor. İşte bu örgüt bugün Türk hükümetinin Suriye içindeki en sadık müttefiki konumunda. Örgütün komutanı Zahran Alloush ise ülkemizde hükümetin davetlisi olarak ağırlanıyor.
Douma Dörtlüsü’nün akibetini on altı buçuk aydır öğrenemeyen dostları haklı olarak hükümet yetkililerine sesleniyor: “Zahran Alloush Türkiye’de; Razan, Samira, Wael ve Nazem nerede?” (NS/YY)
(*) Benzer şekilde, eski Türkçede ‘devrim’ karşılığı kullanılan ‘inkılap’ Arapçada ‘darbe’ anlamına geliyor, ‘revolution’ değil. Yani İnkılap Tarihi dediğimiz şey, sözcüklerin Arapça aslına sadık kalırsak Darbeler Tarihi’nden başka bir anlama gelmiyor.