Vakıf üniversiteleri işten çıkarılan akademisyenler, sözleşmesiz çalıştırılan burslu öğrenciler, taşeron işçiler ile iş güvencesizliğinin yaşandığı yerler olarak gündeme geliyor.
Haberlerimizde yer verdiğimiz bu soruna bu kez akademinin içinden işaret edildi.
İki akademisyen, Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, "Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü adlı kitaplarında vakıf üniversitelerinde akademisyenlerin yaşadıkları sorunlara değindi.
11 farklı vakıf üniversitesinden 28 akademisyenle yapılan görüşmeleri de kapsayan kitapta vakıf üniversitelerinde akademisyenlerin “gönüllü bir çileciliği” de içeren mitlerden güvencesizlikle yüzleşme ve tükenmişliğe varış süreçleri analitik bir şekilde ele alınıyor.
Vatansever ve Gezici’nin yaşadıkları da 28 kişiden bağımsız değil. Kitaba başladıklarına ikisi de vakıf üniversitesindeyken, son sözleşme sürecinin ardından Gezici kamu üniversitesine geçiş yaptı.
İki akademisyenle, teknolojinin de imkanlarından yararlanarak, buluştuk. Kitabı yazmanın yaşadıkları sorunların ortaya çıkardığı bir taşma olduğunu anlattılar. Sorunun sistematik ve vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin okyanustaki bir damla olduğunu vurguladılar.
“Derdimize yanmak için yazmadık, kendi kendimize zaten yanıyorduk” diyerek başkalarıyla paylaşacak ortak noktalar bulup sorunu tespit ederek çözüme dair yol arayışına katkı sunmak istediklerini anlattılar.
“Aşama aşama gelişen hayalkırıklığı”
Kitabın giriş yazısında bahsettiğiniz “taşma” noktasına nasıl geldiniz?
Vatansever: Almanya’da doktoramı bitirdikten sonra Türkiye’ye döndüm ve Eylül 2010’dan itibaren yardımcı doçent olarak çalışmaya başladım. O tarihe dek, Almanya’da doktora sürecinde bir süre araştırma görevlisi olarak çalışmam haricinde, akademik üretim ilişkilerinin içine girmemiştim.
Bu üretim ilişkilerinin içine girdikçe yavaş yavaş bir takım şeylerin yolunda olmadığını fark etmeye başladım. İlk başta bilmediğiniz bir şeyde sakatlığın nerede olduğunu da anlayamıyorsunuz. Bir yerlerde birilerinin mutsuz olduğunu hissediyorsunuz, ama teorik olarak aşina olduğunuz sınıf ilişkileri içine oturtmanız için daha derinlemesine deneyimlemeniz gerekiyor.
Aşama aşama gelişen bir hayalkırıklığı ve varoluşsal krize doğru giden depresif bir ruh hali içine girdim. İstediğim kadar araştırma yapamamanın, öğrencilerin entelektüel seviyesiyle yüzleşmenin, okulların yaşadığı ekonomik kriz anlarında akademik kadroda nasıl büyük kıyımlar yapılacağını görmenin getirdiği kırılmayı yaşadım.
“Birilerinin hikayeyi anlatması gerekiyordu”
Benim o uzun süredir içinde bulunduğum varoluşsal krizle, Meral’in Türkiye’ye döndükten sonra üniversitelerdeki çalışma koşullarını görmesinin getirdiği soğuk duş etkisi yaratan hayal kırıklığı birleşti.
Süreç içinde konuştukça, kişisel yakınlık da arttıkça, bu artık bizim bütün sene boyunca gündemimizi oluşturan konu haline geldi. Kimi zaman teorik boyutta sınıf analizleriyle, kimi zaman birbirimizi ağlama duvarı şeklinde kullanmak suretiyle tüm sene boyunca fikir kendi kendine olgunlaşmıştı.
Yaza doğru bu hissiyat patlama noktasına ulaştı ve artık bir takım şeylerin kendi kendine şikayet ederek çözülemeyecek raddede olduğunu, aslında gerçekten bir akademik sorumluğumuz varsa, bunun bunu deşifre etmek ve sistemik bağlantılarını ortaya çıkarmak olduğunu anladık. ‘Birilerinin hikayeyi anlatması gerekiyor’ dedik. Cinnet anında, hızlıca denilebilecek sürede datayı topladık ve içimizden taşan bir hızla yazıya geçirdik.
"Derdimize yanmak için yazmadık"
Gezici: 11 yıl yurtdışında yaşadım. Doktoramı orada tamamladım. Doktoradan sonra da altı yıl kadar alanda çalıştım. Akademi benim için sadece Türkiye’de yüksek lisans yaparken kısa süreli olarak içinde bulunduğum ama çok da haz etmediğim bir yapıydı.
Yurtdışındaki akademik yaşamı gözlemledikten ve deneyimledikten sonra Türkiye’de çalışmaya başladığım vakıf üniversitesinin koşulları ve akademik ortamı oldukça berbattı. Bir dershane öğretmeni gibi çalışmanız isteniyor ve bekleniyor. Araştırma sizin kişisel zamanlarınızda yapabildiğiniz bir etkinlik haline dönüşüyor. Bir de bunun üstüne kendisi işe başlayalı iki ay bile olmamışken bölüm başkanınız işten çıkarılıyor. Meslektaşlar arası dayanışma yok, sözleşme süreçlerinde öğretim üyelerinin çoğunun yönetimle bireysel pazarlıklar peşinde olduğunu da gördükten sonra bütün bunları anlatmanın bir yolu olmalı diye düşündük.
İçinden geçtiğimiz şeyin sadece kişisel deneyimler olmadığını, başkalarının da benzerlerini yaşadığını biliyorduk. Bunları başkaları ile tartışmak gerekiyordu ama insanlar çok korkuyorlardı. Biz Aslı ile koridorlarda haykırırken insanlar kapıların arkasında fısıldaşarak konuşuyor ve konuşmak istediğimiz hiçbir konuya karşılık vermiyorlardı. Sessiz kalıyorlardı ve bu sessizliği kırmanın bir yöntemi bu kitabı yazmak diye düşündük.
Aslı’nın da dediği gibi, ‘derdimize yanmak’ için yazmadık bu kitabı. Yoksa zaten yanıyorduk kendi kendimize. Başkalarıyla paylaşacak ortak noktalar bulursak ve eğer sorunu tespit edersek çözümüyle ilgili yol arayışına da katkımız olabilir diye düşündük.
“İşine gelince iş kanunu, işine gelince kamu üniversitesi”
Neden vakıf üniversitelerini seçtiniz?
Vatansever: Öncelikle, ilk elden deneyimlediğimiz bir şeydi. Gündelik hayatta en çok hissettiğimiz ve yayıldığını fark ettiğimiz şey, vasıflı emeğin güvencesizleştirilmesi; yani prekarizasyondu.
Vakıf üniversiteleri, yapıları son derece muğlak, kamu ile özel sektörün kesişme alanında, işçi hakları söz konusu olduğunda iş kanununa uygun davranan işine gelmediğinde de ‘burası kamu kuruluşu’ diyerek sizden idealizm sömürüsüne varacak taleplerde bulunan, kendi işleyişleri itibariyle sermaye akışının da son derece şeffaflıktan uzak ve muğlak olduğu kurumlar.
Bu yönleriyle de prekarizasyonun özel bir çeşidini teşkil ettiğini düşündük. Tabii ki bir üst düzlemde, gerek vakıf üniversiteleri, gerekse akademik emek burada yalnızca emeğin ve bilginin metalaşması sürecini anlatırken kullandığımız bir case study. Bahsettiğimiz şey küresel ve sistematik bir trend olarak vasıflı emeğin güvencesizleştirilmesi.
“Hem sözde vakıf, hem sözde üniversite”
Kitapta “Sözde” vakıf üniversiteleri yazıyorsunuz. “Sözde” vurgunuzun sebebi nedir?
Gezici: Özel üniversite deniyor ama Türkiye’de özel üniversiteler yasayla tanımlanmış değil. Vakıf adıyla açılıyor ama hayırseverlik duygularıyla değil para kazanmak ve kar etmek için açılan kurumlar bunlar. Adıyla özdeşleşmeyen bir içeriği var.
Vatansever: Hem sözde vakıf, hem de sözde üniversite aslında. Bir görüşmeci ‘Bir sürü yanlışın bir araya geldiği bir yer’ diye tanımlamıştı, doğru.
“Akademik emek okyanustaki kum tanesi”
Sorun vakıf üniversitesiyle ya da sadece üniversiteyle mi sınırlı?
Vatansever: Küresel ve sosyo-ekonomik bir trend olarak vasıflı emeğin güvencesizleşmesi söz konusu ve bu vasıflı emeğin tüm alanlarına yayılıyor. Bu ne yalnızca vakıf üniversiteleriyle, ne yalnızca üniversiteyle, ne de yalnızca Türkiye’deki üniversite ve akademiyle sınırlı.
Bu çalışmada okyanustaki küçük bir kum tanesinden bahsediyoruz.
Gezici: Bu konuyu emeğin ve bilginin metalaşma süreçleriyle alakalandırarak ele alıyoruz. Ama aynı zamanda vakıf üniversitelerinde özgün durumlarını da göz ardı etmiyoruz. Sözde vakıf üniversiteleri sermayenin nefesini ensenizde hissettiğiniz yerler. Akademiye hiç yakışmayacak dediğiniz ilişkilenme tarzlarının, kulislerin, yönetim biçimlerinin ve zihniyetin gündelik yaşamınızda sürekli karşınıza çıkması gibi özgünlükleri var.
“İllüzyon yaşıyoruz”
Vatansever: Akademik emek aslında tam da neo-liberal işletme modelinin arzu edeceği tarzda özellikleri kendinde toplayan bir emek biçimi. İşle özdeşleşme derecesi ve işten duyduğu tatmine dair inancı son derece yüksek, gönüllü sömürüye ve gönüllü işçiliğe son derece açık bir meslek grubu akademisyenler.
Türkiye’deki vakıf üniversitelerinde ise, neo-liberal işletme modelini matah saydığımız için değil ama, bu modelin arzuyu harekete geçirerek, bireye otonomi sanrısı yaşatarak onu kendi isteğiyle çalıştığına ikna eden yapısı bile oturtulamamış durumda. Akademik emek bu sanrıya açık bir emek tipi olmasına rağmen vakıf üniversitelerinde öyle baskıcı ve anlamsız uygulamalar söz konusu ki, akademik emeğe içkin olan bu arzuyu bile aşındırıp öldürüyor.
Akademisyenler var olmayan, bir zamanlar var olup olmadığı da tartışmalı mitlere tutunuyorlar. Gündelik sorunların bunun büyüsünü kaçırdığı anlarda da sosyo-psikolojik mekanizmalara başvuruyor, kendilerine kaçış alanları yaratmaya çalışıyorlar. Ama her halükarda tüm bunlar uzun vadede akademik emeğe ve dahi bilimsel bilgi üretimine zarar veriyor. Bu mitlere veya sosyo-psikolojik mekanizmalara başvurmaya devam ettiğiniz müddetçe sömürüye karşı çıkma eğilimimizi törpülüyoruz. Kendi kendimiz kandırıyor, işin gerçeği, bir illüzyonu yaşamaya devam ediyoruz.
“Dertleşmekten öteye gitmeliyiz”
Görüştüğünüz 28 kişi benzer sorunlardan söz ediyor, birbirlerinin ne kadar farkındaydılar?
Gezici: Görüştüğümüz 28 kişinin öz yaşam öyküleri ve deneyimleri birbirinden farklı. Akademisyen olma süreçleri, yaşadıkları sorunlar ve çözümler ise benzerlikler arz ediyor. Biz kitapta biyografilerden çok güvencesizlikle ilgili benzerliklere ve söylemlerdeki ortak örüntülere değindik.
Vatansever: Yapının genelinde sıkıntı olduğunun herkes az çok farkında. Başa çıkma mekanizmaları olarak sosyo-psikolojik mekanizmaları kullanıyorlar. Yer yer kişiselleştiriyorlar; “Ben yeterince başarılı değilim”, “Bizim okul kötü durumda” gibi.
Ya da genelleştiriyor; “Türkiye’de zaten her şey böyle”, “Zaten sistem krizde” gibi daha geniş kaçış noktaları buluyorlar.
Birbirlerinin ne kadar farkındaydılar? Görüşmeciler ara ara iş yerlerinde iyi anlaştıkları insanlarla dertleştiklerini anlattılar. Ama bu sadece “dertleşme” platformunda sürüyor. Akademisyenler olarak dertleşmekten daha fazla bir şey yapabiliyor olmamız gerekiyor. Bizim biraz daha farklı bir metot önerebiliyor olmamız lazım. Bunu da görüşmecilerimizin aktif olarak dayanışma ağına katılan bir kısmında gözlemledim. Diğerlerinde daha ziyade kişisel alanlara sığınma ve günü kurtarma yönünde bir eğilim vardı.
“Güveni engelleyen bir yapı var”
Örgütlenmeye bakışları nasıl?
Vatansever: Birçoğu VÜEDA ve benzeri yapılardan haberdar değildi. Bazıları “duydum sanki’ dedi. Çok küçük bir kısmı haberdar ya da üyesiydi, daha da az bir kısmı dayanışma ağlarında aktifti.
Genel olarak akademisyenlerin dayanışmamasını eleştirirken, kendileri de dayanışma yönünde herhangi adım atıyor değiller.
Bunun sebebi olarak neyi görüyorsunuz?
Vatansever: Akademik çalışma koşullarının insanlarda yarattığı tükenmişlik, önlerindeki yapısal engeller, Türkiye’deki örgütlenme tarihinden gelen yüklerden bahsedilebilir.
Bunların dışında örgütlenmelerin dayandığı güven paydasının akademik ortamdaki eksikliği söz konusu. Mevcut durumda böyle bir güvenin oluşamayacağı zehirli bir iklim var. Akademisyenlerin tavrı, buraların özel işletme mantığında olması, yaşanan haksızlıklara kimsenin ses çıkarmamasının yol açtığı güven kırılmalar gibi nedenlerle örgütlenmeye varabilecek minimal güven paydası oluşmuyor. Bu güvenin oluşmasını engelleyecek bir işletme yapısı var.
Gezici: İnsanlar yaşadıkları sorunlardan sonra bir araya gelme çabası içine giriyorlar aslında. Ama orada dayanışmanın altını oyacak herhangi bir girişim, kişi, söylem ya da durumla karşılaşırlarsa kendilerini geri çekmeye başlıyorlar. Görüşmelerde gördük ki, oldukça cılız bir çaba var. Ancak o kadar ürkek ki hemen yok olabiliyor. Umutsuz değiliz, ama vakıf üniversitelerinde kolektif girişimlerin oluşmasının altını oyacak bir yapı var.
Bir de Türkiye’de örgütlenme göze alışları gerektiren bir şey olarak görülüyor ki haksız bir algı değil.
“İşten çıkarılmamıza sebep olacak kitap”
Siz kitapta da dediğiniz gibi “muhbir”lik yaparak içerideki sorunları teşhir ettiniz. Kitabı yazarken siz de bir şeyleri göze aldınız mı?
Vatansever: Kendi adımıza göze alarak çıktık. Neyi göze aldığımızı henüz bilmiyoruz, zaman gösterecek. Meral kamu üniversitesinde olduğu için nispeten daha güvencede gözüküyor olabilir ki, o da tartışılır, ben vakıf üniversitesinde olduğum için daha muğlak bir pozisyonda olabilirim.
Aramızda “Bu kitap işten çıkarılmamıza sebep olacak” diye espri yapıyoruz. Bu ihtimal üzerinde konuşup şaka yapıyor oluşumuz bile durumun vahametini ortaya koyuyor.
Bu ihtimalle sonuçlanır mı, bilmiyorum. Yönetim bazında tebrik etmeyecekleri kesin, ama meslektaşlarımızdan hep “Ne iyi yaptınız da anlattınız” diyen, olumlu tepkiler aldık.
Bu da meselenin bir sürü kişi için taşma noktasına geldiğini gösteriyor. Bu tepkiler akademisyenlerin sanıldığını kadar bir şeyleri örtbas etmek istemediklerini, bir şeylerin ortaya çıkmasından memnun olduklarını, normalde buna cesaret edemeyecek kişilerin de son raddede mücadeleye dahil olabileceğini düşündürttü.
Gezici: Araştırma sürecinde de görüşme talebiyle kendisine ulaştığımız bütün akademisyenlerin konuşma teklifimizi hemen kabul etmesi meslektaşlarımızın olumlu tavrına bir örnekti. Bu da akademisyenlerin konuşmaya oldukça istekli olduklarının, bazı şeylerin açığa çıkmasını ve değişmesini istediklerinin göstergesi. Tabii temennimiz konuşmanın ötesine geçen kolektif çabaların ortaya çıkması.
“Akademide taşma olur”
Bu taşma akademisyenler arasında yayılır mı?
Vatansever: Taşma dediğimiz şey, herkeste farklı şekilde tezahür edebilir. Bu taşma noktasına bizden daha önce gelmiş, konuyu ele almaya ve örgütlenmeye başlamış akademisyenler var.
Yeni araştırmalar veya kolektif eylemler şeklinde bir taşma ortaya çıkabilir. Sayıca tüm akademisyenleri kapsamaz belki, ama sorunlar farklı mecralarda dile getirilmeye başlanırsa en nihayetinde daha geniş bir mücadele platformu oluşabilir.
Gezici: Ne zaman, nerede, neyin patlak vereceğini öngöremiyorsunuz. Gezi’de olduğu gibi, ancak ortaya çıktığında tarif etmek mümkün oluyor. Taşma olur, ama umarım taşmakla kalmaz. Daha programlı, örgütlü, kolektivist arayışlar ve kalıcı çözümler getiren girişimler olur umarım. (BK)
Meral Gezici Yalçın: 1975 yılında Ankara’da doğdu. 1997 yılında Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede 2001 yılında sosyal psikoloji yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılında Almanya’da bulunan Marburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda “Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin kolektif eylemleri” adlı tez çalışması ile doktora derecesini aldı. 2014 Eylülü’nden beri Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olarak görev yapıyor. Aslı Vatansever: 1980 yılında İstanbul’da doğdu. 1999 yılında İstanbul Alman Lisesi’ni, 2003 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra, 2010 yılında Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktorasını tamamladı. Doktora tezi Osmanlı’da İslâmcılığın kökenleri üzerinedir. Halen İstanbul’da bir vakıf üniversitesinde yardımcı doçent olarak görev yapıyor. |
* "Ne Ders Olsa Veririz" Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, Aslı Vatansever, Meral Gezici Yalçın, İletişim Yayınları, Ocak 2015, 268 sayfa.