Bu sene, yani 2014, “Sinemamızın 100. Yılı” addediliyor. Bir takım yazılı ve görsel kaynaklara göre, bir Osmanlı askeri olan Fuat Uzkınay, imparatorluğun son yıllarında Ayastefanos’ta yer alan bir Rus abidesinin devrilişini filme almış ve “Türk Sineması” epistemi, bunun üzerine bindirilerek geçtiğimiz yüz sene içinde kurulmuş.
Abide tuzla buz olmuş, amenna. Fakat söz konusu film var mı yok mu, kesin bilmiyor ve kaynaklara sığınıyoruz. Sadece birilerinin kaleme aldıkları üzerinden oluşturulan bir milli sinema biliminden ve bilincinden söz ediyoruz. Bense size kısa bir süre önce karşılaştığım ve yerli sinemanın ilk örneği olduğuna kanaat getirdiğim başka bir filmden bahsetmek istiyorum.
Geçtiğimiz aylarda, Londra’nın kuzeyinde yer alan, British Library ailesinden Colindale kütüphanesine, İngiliz dostum Ally Lomas sayesinde girme imkânım oldu. Eski İzmir gazeteleri arşivinin burada olduğunu duymuştum ve salt meraktan görmek istedim. Colindale’in, İngilizceden Yunanca ve Fransızcaya, basılı ve mikrofilm halinde muazzam bir medya arşivi var. Biz maalesef burada çok az vakit geçirebildik. Öyle ki, her istediğimiz kaynağı da bizlerle paylaşmadılar çünkü güvenebildikleri bir izni alma şansımız olmadı ve bazı gazetelere, en az bir gün öncesinden doldurulan izin kâğıdıyla erişilebiliyordu. Fakat bulduklarımız, Ally için olmasa da benim için heyecan vericiydi.
21 Mayıs 1884’ten 1908’e kadar haftalık yayınlanan The Impartial gazetesi, bilhassa dikkatimi çekti. Birçok sayısı eksikti, kalanların ise hatırı sayılır miktarı kısmen zarar görmüştü. Muhtemelen İngilizlerin İzmir’e olan ticari merakı (liman ve demiryolları dolayısıyla), baskının devamlılığını sağlamış. Bu dönemde İzmir’de oldukça fazla İngiliz ve İngilizce bilen Levanten bir okur kitlesi bulunduğunu biliyordum. Daha çok ticari mevzular gazeteyi kaplasa da, cokey oyunlarından kolej ve mekân haberlerine, gazetede yazılanlar şehirde o dönemdeki ekonomik ve kültürel etkinliklerin bir hayli gösteriyor.
Bunlardan birkaç haberde de, şehrin ticari hayatında saygın bir yer kazanmış olan kömürcü Peterson ailesinden dede Stanley’in fotoğrafa bilardoya olan merakından ve köşkünde verdiği bilardo yarışlarından bahsediliyor. Stanley fotoğraf ve filmlerini, sık sık ziyaret ettiği eski İzmir’in Frank caddesindeki Milan Svoboda’nın fotoğraf galerisinde ve yabancıların (yabancılar, o zamanın “gâvur” İzmir’inde Müslümanlar demek) üye izni olmadan alınmadığı English Club’da görücüye çıkarırmış, kahve ve Smyrna birası eşliğinde! İzmir’de ilk film gösterimleri geleneğinin başladığı English Club, tüccarların, iş insanlarının, sanatçıların uğrak yerlerinden. Burada gösterimler çay, kahve, bira ve sohbet eşliğinde tanıtılırmış. En önemli haber ise, 12 Mayıs 1906 tarihli bir haberde, o zamanlar gençlik yıllarında olan dede Stanley’in köşkte verdiği bilardo davetinin filmiyle ilgili olanı. Haberde, kısa da olsa filmde İzmir’in diğer önde gelen Levantenlerinden ve futbolcularından Herbert Octavius Whittall’la yaptıkları bilardo müsabakasının olduğu söyleniyor. Gösterim ise yine English Club’da yapılmış.
Smyrna’nın önde gelen İngiliz ve Fransız burjuva aileleri, kendi aralarında eğleniyorlar anlaşılan. En azından İzmir’de film gösterimleri yapıldığını öğrenmek keyifli… Ancak Paterson ailesinin eski memleketi Bornova’dan geldiğim için, ailenin artık İngiltere’de olduğunu biliyordum. Ben de internet üzerinden aramak suretiyle, Stanley Peterson’ın torunlarından Matthew Washburn’e ulaştım ve görüştüm. En azından Londra’da eski bir Levanten Bornovalıyla dirsek temasım olur, sohbet ederiz diye düşünerek (Osmanlı’dan cumhuriyete Bornova, Levantenlerin, gayrimüslim tüccarların semtiydi).
Peterson ailesi, kömürcülük işi için kolları sıvayıp 1800’lerin ortalarında Smyrna’ya yani İzmir’e yerleşmişler. Büyük dede Stanley, babası John Borthwrick Peterson gibi, bonkör ve sürekli yeninin peşinde bir adam. Bornova’daki Mustafa Kemal Caddesi üzerinde yer alan ve şimdilerde mahkemelik olan virane köşkünü, vaktiyle sürekli yeniler ve fotoğraflarmış. Torun Matthew ise Londra’da doğmuş, ailesinin İzmir rapsodisiyle ilgili bildikleri, büyükbabası Lorin Washburn’den duydukları.
İşin tuhafı büyük dedesi (dede Lorin’in anne tarafından dedesi) Stanley’nin kamera sevdasından haberdar olmasıydı. 90 yaşına ayak basmış dede Lorin’le tanışma şansım olmadı, ancak Matthew benim adıma dedesinin belleğini yokladı ve bir takım yazışmalarda ve aktarılan aile anılarında, büyük dede Stanley’in kâhyasına fotoğraf çektirdiği ve bazı davetlerin, aile fotoğraflarının fotoğraflarını onun çektiğini anlattı.
Günümüze gelen fotoğraflar ve kareler, ya Stanley’nin ya büyük büyük dede Peterson’ın veya aileden birinin ya da köşkte çalışan kâhyanın çektikleri. Smyrna’ya de kamerayı ilk getiren kimselerdenmiş dede Stanley. Sadece fotoğraf değil, aynı zamanda kendi ailesinin ve İzmir’in filmlerini de çekiyormuş. Bu kadarını torun Matthew aktardı. The Impartial gazetesinde adı geçen filmi de düşününce, “Acaba bu kâhya kim ve bahsi geçen filmi çekmiş olabilir mi?” diye sormadan edemedim.
Görünen o ki, elde tutulur fotoğraflardan başka bir şey yok. Matthew da kendilerinde sadece fotoğraf albümleri olduğunu, eski film kayıtlarınınsa daha çok İngiltere’de çekildiğini söyledi. İzmir’den ayrıldıkları sırada, köşkte birçok eski eşyayı bırakmışlar. Bu eşyalar da, artık tamamen yağmalanmış durumda. En azından Peterson köşkünü görenler, pencere çerçevelerinin bile kalmadığını anlayacaktır. Zaten yıllarca, çocukluğun boyunca bu köşkte evsizler kalıyordu. Hatta hayalet öyküleri bile ortalıkta dolaşıyordu. Benimse tek gördüğüm şey, duvarlardaki grafittiler, köşkün arkasına birkaç yıl önce kurulmuş bir kafe ve kırılmış bir konyak şişesinin parçalarıydı.
Bornova’da yaşamış olanlar, (hatta benim gibi bir Whittall köşkünde okuyanlar) bilir, en azından tanışıklığınız olmuştur birileriyle. Burada vaktiyle (ve kısmen hâlâ) Levantenler için çalışan ailelerden gelen “yabancı-yerli” çok. Bildiğim birkaç kişiye sorunca, kendisi de 1960’lara kadar Whittall ailesinin şoförlüğünü yapmış olan Adnan Çamlıbel’le (83) tanıştım (Adnan Bey daha sonra Bornova Park Taksi’de şoförlük yapmış). Petersonların kâhyasını bildiğini, tanışıklığı olmadığını söyledi. Hatta kâhyanın torunları, 1950’lerin sonlarında Foto Hamit adlı bir fotoğraf stüdyosu çalıştırıyorlarmış ve Hamit, dedenin adıymış. Adnan Bey’in bahsettiği yıllarda, Bornova henüz küçük ve insanların birbirlerini iyi tanıdığı bir ilçeydi. Fotoğrafçılık, “Hamit torunlar”ın baba mesleğiymiş… Stüdyo, baba veya dede yadigârı… “Hamit Kardeşler”in çocuklarına veya torunlarına açıkçası henüz ulaşamadım.
“İlk Türk filmi” diye kayda geçen Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı yerine, bu bilardo oyunu filmini düşünmek için birçok nedenim var. Filmi, kâhya Hamit’in çekmiş olma ihtimali (bu da illa Müslüman Türk olması gerektiğinden, yoksa muhtemelen Uzkınay’dan önce bir film çekmiş olan İstanbullu bir gayrimüslim, bir Ermeni, Yahudi ya da Rum bir kimseydi). Kuruluş yıllarında mütemadiyen reddi mirasa gitmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin, bunu reddedeceğini kendi adıma konuşursam, düşünmek istemiyorum, aksi halde Ayastefanos’la beraber yerli sinemanın da, kültürel mirasın da tarihi yıkılmış olacak. Dolayısıyla benim görüşüm, bu senenin fiilen “100. Yıl” olmadığı yönünde. Niyetim bu yıl bitmeden, bu bahsettiğim ilk filmin peşindeki hikâyenin bir belgeselini çekmekti, ancak henüz arada kalan boşlukları birleştiremedim. Sanırım şimdilik, bu milli yüzüncü yıl karnavalında bu bilgiyi sizlerle paylaşmak ve belgeseli sonraya bırakmak daha iyi olacak.
Ayastefanos için olduğu kadar, Bilardo Müsabakası için de yeterli epistemolojik bilgi var. Öyleyse, Bilardo Müsabakası’na neden “ilk film” demeyelim?
Nasıl oluyor da koca imparatorlukta, yirmi yıl boyunca o kadar fotoğrafçılık yapan gayrimüslimler; Ermeni, Rum ve Yahudiler varken ilk filmi aramak için 1914 yılını bekleyip bir Türk askerinin kamerayı eline almasına takılıp kalıyoruz? Ayestefanos’un ilk film olduğunun bir ispatı değil, inancı söz konusu. Bu inanç da ideolojik bir tarih yazımıyla, millici bir vaatle; tek tek parçaların bir şekilde zincirlenerek bütünlüklü bir hikâyenin, bir hâkim ruhun mütemadiyen bizlere öğretilmesiyle devam ediyor. İnanç, bize tamlık ve kesinlik metinleri sunan ideolojinin bir çıpası. Bir takım manipüle edilebilir belgelere dayanarak gerçekleştirilen tarih yazımı performansıyla kendini sürdürüyor. Esasen yukarıda okuduğunuz Bilardo Müsabakası hikâyesi de bunu taklit ederek iki film arasında, ilklik adına dikkate değer bir fark olmadığına işaret etmek için ortaya attığım bir kurmaca, bir performans. Adı sanı geçen kimseler bazen gerçek bazen değil. Ancak yalan da değil. Yalan olup olmaması, sizin inancınıza kalmış. (TY/NV)
* Tolga Yalur Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyesi, "Devrimden Sonra Birinci Yüzyıl Yönetmenlerin İzinde Macar Sineması" isimli bir kitabı bulunuyor.