Hasan Ali Toptaş, eserleri takip edilen bir yazardır benim için. Böyle yazarları illa birkaç yılda bir kitap yazsın diye ‘sıkıştırmam’. Yazarlığın zor olduğunu pek bilmesem de, hissederim. Ancak edebi tadını sevdiğim yazarların da, çok uzun ara vermeksizin yeni tatları okuyucusuna tattırmasını isterim. Bu talep bir ölçüde okuyucu bencilliği taşısa da, bu anlamda yazara bir okur tazyiki de, hoş olmasa gerek.
Toptaş’ı yedi yıl bekleyen okuyucu, “Heba” romanıyla buluştu. Doğrusu, buna değmiş de! Daha önceki romanlarının anlatım tekniklerinden ve özellikle dilinden epeyi izlekler taşısa da, Heba romanındaki kurgusal derinlik ve roman kişileri, daha bir etkili ve görünür kılınmış. Ya da bir başka deyişle rüyalar yoluyla kurgulanan sislendirilmiş varlık (madde), bu kez sisleri epeyi hafiflemiş ve rüyaların aynadaki suretleri daha bir somutlanmış/cisimleşmiş olarak kurgulanmış diyebiliriz. Bu durum, yazarın üretme serüveninde bir aşama olarak görülebilir.
Toptaş’ın romanlarını okunur kılan etmenlerin başında dil gelir. Yazar, dile hâkimdir ve dil, zenginliğini hayatın içerisindeki dinamiklerden alır. Yazar, o dinamikleri bilir ve toplumsal hayatın değişkenliği içerisinde yitmeye yüz tutmuş kelimelerle birlikte onu tekrar üretir. Dil, Toptaş’ın romanlarında canlıdır; eğilip bükülür, iner çıkar, sıçrar, koşar, sessizleşir, bağırır, incelir, kalınlaşır vb. Bütün bunların yerinde kullanımıyla sesle nesneyi, nesneyle sesi anlatır. Örneğin: “Kişnemeler hafifçe sarıya çalan iri dişler halinde şahlanıp traktörlerin tepesinden aşıyorlardı…” cümlesindeki gibi, ustalığını gösteren daha onlarca tasvirleri vardır.
Toptaş, hikâye içinde hikâyeler anlatarak kurguyu zenginleştirir. Daha önceki romanlarında da görülen üst kurmaca tekniklerini kullanması, kurgunun merkezini zayıflatmaz. Ve en önemlisi de, roman kişilerinin iç dünyalarını, mekân ve olay örgüsüyle birlikte rüyadan gerçeğe, gerçekten rüyaya geçişlerle vermesidir.
Yazarlarla eserlerinin yöreleri/mekânları arasında güçlü bir bağ var; öyle ki, kimi yazarlar, yörelerle anılırlar. Örneğin, Çehov taşrayı anlatır. Tolstoy daha çok aristokratların mekânlarını. Bizde kasabayı en iyi anlatan Sebahattin Ali’dir. Hasan Ali Toptaş deyince de akla güçlü ve başarılı bir taşra romancısı gelmektedir. Sinemadaki karşılığı olarak da, Nuri Bilge Ceylan’ı çağrıştırmaktadır.
Yazarın şehirleri pek ‘sevmediğini’ Heba’da da görüyoruz. Romanın ilk 50 sayfasını kapsayan “Anahtar” bölümü şehirde geçer ve sanki anahtarla şehrin kapısını kilitliyormuş gibi kendisini asansör boşluğuna bırakarak taşraya, köye atlar. Ziya, Binnaz Hanım’ın penceresinden şehre bakarken, şehir hakkında çizdiği karamsar ve kirli tablodan bir an önce kurtulmak istemektedir. Binnaz Hanım’ın salon camını kırarak içeri giren güvercin metaforu, şehrin bilcümle korkutucu ve kokuşmuşluğunu anlatır. (Romanda görüldüğü üzere kır da, farklı olmakla birlikte bu bozulmadan azade değildir). Ancak bu gitme isteği kıra (kasabaya, köye) duyulan bir özlemden değil, çözümsüzlükten ve kaçıştan dolayıdır. Roman kişilerinin oraya ait olması, bir seçim değil, aidiyetten ve seçeneksizlikten kaynaklanan bir zorunluluktur. Ancak Toptaş’ın kişileri, bunu aşmak için bir çaba da göstermezler. Orası ‘yetinilen’ ve ‘tükenilen’ bir yerdir.
Romanın insanı zangır zangır titreten, tüylerini diken diken eden bölümü, askerliğin anlatıldığı “Sınır” bölümüdür. Başlı başına bir roman değerinde olan bu bölüm, aynı zamanda 300 sayfalık kitabın 114 sayfasını kapsamaktadır. Suriye sınırında yaşanan askerlik hayatı, çatışma, silah sesleri, korkular, kaçakçılık, çevre, yöre insanı öyle bir anlatılıyor ki, okuyucuyu kurgudan gerçeğin göbeğine düşürerek şaşırtıyor, acıtıyor, sarsıyor. Romandaki askerlik bölümü, askerlik yapmış okuyuculara çok tanıdık gelecektir!
İnsanın hallerini işleyen romancının en büyük derdi, kendi kurguladığı roman kişilerinin iç dünyalarına girebilmesinde yatmaktadır. Yazar, iç dünyanın o giriftliğini, karmaşasını, çelişkilerini sosyal çevre bağlamıyla birlikte faş edebildiği ölçüde yetkindir. Yazar, bu yetkinliğe sahip olduğunu, önceki eserlerinden beri göstermektedir.
Romanın başkişisi Ziya 30 yıl sonra, asker arkadaşı Kenan’ın köyüne yerleşerek huzur bulacağını düşünür. Ancak Ziya’nın hayaliyle köy gerçekliği arasında uçurum vardır. Uçurum en yalın ifadesini Hulki Dede’nin dediği gibi, insanın içindeki canavarla hesaplaşması sözünde bulmaktadır. Ve devam eder akil insan Hulki Dede; “Hesaplaşmaktan kastım öldürmek değil tabi, yanlış anlaşılmasın, öyle yapmasını katiyen istemem. Çünkü insan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür.” Burada nefis konu edilmektedir ve nefis, dinlerin de merkezi sorunlarından biridir. Ve her din, nefsin yok edilmesinden değil, körletilmesinden söz eder. Ancak bu nefis sorunu, felsefenin ve seküler dünyanın da temel sorunlarından biridir. Kontrol edilemeyen nefis bir canavardır ve canavarı öldürmeye kalkmanın sonu da çöle dönüşmektir; belki de ölmektir. Peki bir dönem Budist, Hıristiyan, Müslüman vd. çileci dervişlerin yaptığı nedir?
Konu mecrasından çıktı!
Heba’ya dönelim.
Huzurun peşindeki Ziya’nın hayatı, kontrol altına alınmayan iç canavarın köy/kasaba hayatına özgü tezgâhıyla heba olur.
Heba, bir hayat kuramamanın romanıdır. Heba olmuş bir hayatın heba olmasına sebep kimlerdir, nelerdir? Buna sebep hayatı heba olmuş kişinin kendisi mi, çevresi mi, yoksa ikisi birlikte midir? İkisi birlikteyse, hebada hangisinin payı daha çoktur? İyiliğin içine akan kötülük; Ziya’nın çocukken hiç istemediği halde sapanla vurduğu kuşun hayali, Ziya’yı bir gölge gibi takip eder. Dünya insafsızdır. Doğrunun karşısında yalan kazanır. İnsanın olduğu yerlerdir buralar. Ve yine insanların hayatıdır heder olan.
Heba romanı çok sarsıcı ve acıtıcı.
Heba bir tür tutunamayanların hayatıdır.
Ziya ve Ziya gibilerin trajik hayatları, heba olmuş hayatlardır.
Ancak Heba romanı, heba olan hayatların heba olmayan anlatısıdır.
Ve bunun içindir ki, edebiyat dünyasında yerini bulmuştur. (HŞ/HK/YY))
Hasan Ali Toptaş, Heba, İletişim Yayınları.