12 Haziran'da seçilecek meclis anayasa yapabilir mi?
Bu sorunun yeterince tartışılmadığı bir seçim süreci yaşıyoruz:
Seçimi kazanma olasılığı yüksek olan AKP, kazandığında bunu yapacağını yani "yeni anayasa" çıkaracağını, hatta yeterli sayıya ulaşırsa bunun hakkı olduğunu açıkça söylüyor.
Diğer partiler kazanma olasılıkları olmadığı için bu konuda açık ve net olarak bir şey demiyorlar, bunu açıktan reddetmiyor, "anayasanın uzlaşarak yapılması" söylemini öne çıkararak, bir anlamda seçilecek meclisin anayasa yapabileceğine yeşil ışık yakmış oluyorlar.
Seçime bağımsız adaylarla giren "Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloku" adayları ise seçim çalışmaları sırasında "yeni anayasada olması gereken düzenlemeler" üzerine konuşarak, dolaylı da olsa bu meclisin anayasa yapma ödevi, yükümlülüğü, hatta yaşanan "iç savaş" halinin çözümü için bunun şart olduğunu ileri sürüyorlar.
Anayasa üzerine kafa yoran ve uzun süredir bunun çalışmasını sürdüren akademisyenler ise anayasa yapmanın bir "uzmanlık" konusu olduğunu, bunu "bilen"lerin hazırlaması gerektiğini ileri sürmekle yetiniyorlar ve bu yakıcı soruya tam bir yanıt vermeden kenarından dolanıyorlar.
"Anayasa yapmayı" dert edinen çeşitli küçük grup, platform ve oluşumlar ise anayasanın nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı düşünceler ileri sürüyorlar, bunların arasında oluşacak meclisin de anayasa yapabileceğini ileri sürenler de var.
Dolayısıyla mevcut ortamda, anayasa ile ilgili gelişmeleri izleyebildiğim kadarıyla henüz hiç kimse açıktan ve doğrudan "12 Haziran'da seçilecek meclisin görevinin anayasa yapmak olmadığını, kendisine dayatılsa bile bunu yapma hakkının olmadığını" söylemiyor.
Ancak birilerinin çok da gecikmeden "12 Haziran'da seçilecek meclis anayasa yapamaz, yapmamalı" sözünü söylemesi de gerekli, hatta zorunlu!
Eğer demokrasiyi gerçekten istiyor, hukukun üstünlüğüne inanıyor ve ilke ediniyor, bir anayasanın ona taraf olan tüm kesimlerin uzlaşmasıyla yapılacağını kabul ediyorsak; yurttaşın temsil hakkını elinden alan bir seçim yasasıyla, antidemokratik kurallar ve uygulamalarla, baskı ve şiddetin etkisi altında yapılacak bir seçimle oluşan bir meclisin kendisinde böyle bir hakkı görmemesi gereklidir.
30 hatta 90 yıllık sorun
Bugün yakındığımız 12 Eylül anayasasının değişmesinin gündeme gelmesi "otuz" yıla yaklaştı. Bu süre ortalama insan ömrünün neredeyse yarısıdır. Bu zaman zarfında en az üç kuşak yetişti. Onların toplam sayısı nüfusun neredeyse yarısına ulaşıyor.
Onların bu anayasanın oluşmasında katkı ve rolleri hiç yok. Ama bu anayasa onların yaşamını belirliyor. Onları bir cendere içine hapsediyor. Özgürlüklerini ellerinden alıyor. Bir sürü yanlış kurallar silsilesi altında yaşamaya "mahkum" ediyor.
Nasıl yapılırsa yapılsın her anayasa için ondan sonra gelen kuşaklar açısından aynı durum ve riskin olduğu ileri sürülecektir. İdeali, toplumun değişimine ve gelişimine koşut, toplumun her bireyinin belirli bir yaşta ve belki de belirli aralıklarla mevcut anayasa üzerinde uzlaştığını ve kabul ettiğini beyan ettiği bir yöntemin etkin ve egemen kılındığı bir anayasadır. Ama eğer anayasalar toplumun tümünün uzlaşması ile yapılırsa, bunun gelecek nesiller üzerindeki olumsuz etkilerinin de en az olacağı açıktır.
Eğer yapılacak yeni bir anayasa toplumun tüm kesimlerinin sözü, kararı, düşüncesi ve tartışması olmadan, yalnızca yüzde 10'a ulaşan ve onu geçenlerin sözlerinin ve kararlarının temsil edilip, söz sahibi ve hatta geçerli olduğu bir meclis tarafından yapılır ve uygulamaya konulursa, 12 Eylül Darbesi'nden bu yana hatta daha da ileri gidelim, tüm cumhuriyet tarihimiz boyunca olduğu gibi aynı durumu en azından bir üç nesil daha yaşayacaktır.
Bir önceki seçimde yüzde 10 barajı nedeniyle nüfusun üçte birinden fazlasının mecliste kendisini temsil edecek vekilleri, dolayısıyla düşüncelerini dile getirecek sözcüleri yoktu.
Bu seçim de yine yüzde 10 barajı ile yapılıyor. Dolayısıyla yine aynı şey olacak.
Doğrusu baraj daha az olsa da yine oluşacak mecliste toplumun tüm kesimleri temsil edilmeyeceği açıktır.
Dolayısıyla bir barajın söz konusu olduğu, tüm farklılıkların bir biçimde dahil olabildiği bir yöntem söz konusu olmadığı sürece, yapılacak tüm anayasalar yasallığı söz konusu olsa bile meşruiyetleri tartışılır metinlerdir. Bunu sonrasında onay anlamında yapılan bir "referandum" da sağlamaz. Çünkü "evet/hayır" dışında bir seçeneğin söz konusu olmadığı "referandum"lar özü gereği "tek oy farkla bile olsa çoğunluğun" dediğinin olacağını belirleyen bir sistem yaratırlar. Dolayısıyla bu hükümet döneminde sıkça başvurulan "referandumlar" çoğunluğun diktatörlüğünü teyit ve tescil eden mekanizmalardan başka bir şey değildir.
Bu noktada içinde bulunduğumuz ortamda ve bu yöntemle oluşacak anayasa toplumun tümünü kucaklayan, gerçekten demokratik ve uzlaşmaya dayanan bir anayasa olmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Anayasa yapmak "yasama"nın görevi değildir
Diğer yönden bu noktada bir hukuksal paradoks olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Anayasaların, anayasa kuralları çerçevesinde tanımlanan "yasama görevi" ile yükümlü yapılar tarafından yapılması kadar "abes bir şey" yoktur.
Bu yapıldığı koşulda "iki olası sonuç" vardır:
İlki eğer bu anayasayı yapacak olanları, onları seçen anayasa bağlıyorsa, yeni yapılacak anayasa bir öncekinin öz biçim olarak aynısı olmak zorundadır. Çünkü her milletvekili bu sıfata kavuşabilmesi için mevcut anayasaya "bağlı ve sadık" kalacağına yemin etmektedir.
Bu yemini her durumda onu bağlar; dolayısıyla yapacağı değişiklik önerileri eskisini geliştirecek, açımlayacak, pratik sorunlara çözüm getirecek, konularla sınırlı kalacaktır. Bunun anlamı aslında mevcut anayasanın değiştirilmemesi demektir.
Aslında bu meclisin anayasa yapmasını isteyen bir kesimin gerçek yapmak istediği de bundan farklı değildir. 12 Eylül 2010'da yapılmaya çalışılan bunun bir örneğidir.
İkinci seçenek ise mevcut anayasanın tümden "reddi" ile yeni bir anayasa yapılmasıdır.
Mevcut "vekillerin" anayasayı reddederek, gerçekten değiştirmeyi önermesi ise "anayasaya bağlılık ve sadakat yemini"ni bozması, dolayısıyla "milletvekili" niteliğinden vazgeçmesi anlamına gelecektir. O zaman da o "vekil"in onu oraya gönderen "asil"le bir farkı kalmamış demektir. Bu durumda herkesin meclisteki bu anayasa sürecine katılması hakkı doğacaktır.
Mevcut anayasanın "değişmeyecek hükümleri" ile ilgili tartışma tam da bunun bir kanıtıdır. Bu durumda ise dayanağını ortadan kaldırmış yetkisiz bir yapının kendince bir şeyler yapması anlamına gelir ki, o zaman da herkesin "neden ben değil de o yapıyor" deme hakkı doğacaktır.
Sonuç yerine
12 Haziran'da sandığa oy atacak olan herkesin, kime oy atarsa atsınlar, attıkları bu oyun kendilerini kaâle almama olasılığı olan bir yapıya "anayasa yapma yetkisi" vermek anlamına geleceğini göz önünde tutması gerekmektedir.
Yasama görevi başka anayasa yapma hakkı başkadır. 12 Haziran'da meclise gidecek milletvekillerinin "anayasa yapma" konusundaki hakları herhangi bir yurttaşınki kadardır. Bunun ötesine geçmek, yetki ve hak gaspı anlamına gelir.
Ben bu ülkenin bir yurttaşı olarak 12 Haziran'da oy atsam bile seçilenlere anayasa yapma konusundaki hakkımı bir birey, bir yurttaş olarak vermediğimi buradan duyuyorum.
Bu seçimde oy verecek olanlara da bu haklarına sonuna kadar sahip çıkmalarını öneriyorum. Bir "otuz yıl" daha yaşar mıyım bilmiyorum; ama mevcut anayasa dahil bunca sorunla mücadele ederken, en azından sorunlarımdan bir tanesinin azalmasını istiyorum.
Çünkü her halk kendi anayasasını kendisi yapmalıdır, bu ülkenin halkları da bunu yapabilir.
Bunu yapmalı ve en azından bu hakkımızı kendimiz kullanmalı ve "vekilleri"mize bu hakkımızı vermediğimizi açık ve net olarak ifade etmeli, bunu yapmaya yeltendiklerinde de hakkımızı aramalı, bu işi onlara bırakmamalıyız. (MS/NV)