Bir keresinde bir ülkede bir çocuk mahallede arkadaşlarıyla oynarken gözlerini kapamış ve saymaya başlamış. Sonra gözlerini açıp arkadaşlarını aramaya koyulmuş ama bulamamış. Sokağa, mahalleye, semte, bütün şehre, bölgeye, ülkeye bakmış. Sonunda (yıllar sonra) bulmuş. Duvarların arkasında, dağların doruklarında ve yerin altında bulmuş arkadaşlarını. Şimdi onlar için adalet araması gerekiyor ama korkuyor. Kendisi için değil, Adalet için: Öldürüp bir dağ başına gömmüş olmalarından korkuyor ve açıklıyor: Sonuçta, diyor haklı olarak, Adalet'i öldürmeden dünyanın hiçbir yerinde işleyemezsin bu suçları.
Bir keresinde bir ülkede kabus ve gerçek birbirine karışmış. İşkencedeki bir adam kurtulmak için "Tamam" demiş, işkencecilere "sığınakları göstereceğim". Onları bir uçurumun kenarına götürmüş ve bir fırsatını bulup kendisini aşağı atmış: Kurtulmak için. Bugün aynı ülkede işkence mağdurları hala rüyalarında bu gerçeği görüyorlar. Rüyalarında işkencecileri onları kovalıyor, onlar da kendilerini uçurumdan aşağı atıyorlar: Kurtulmak için.
Bir keresinde bir ülkede hoşgörü varmış. Her şeye değilse de bazı şeylere müsamaha gösteriliyor, affediliyormuş. İşkencecilere yalvarıyormuş insanlar: "Lütfen yapmayın," diyorlarmış "Biz de insanız, Türk ya da değil, ne fark eder?" Bu hoş görülmüyormuş. Ama, dediğim gibi, arada acıyıp affettikleri de oluyormuş. Çünkü onlar, farklı olarak, küçük bir değişiklik yapıyorlarmış yakarıda: "Lütfen yapmayın" diyorlarmış işkencecilere "Biz de Türküz, insan ya da değil, ne fark eder?"
Bunlar, Rojin Canan Akın ve Funda Danışman'ın birlikte hazırladıkları Metis Yayınları'ndan çıkan Bildiğin Gibi Değil'e konuşan Kürt gençlerinin anlatılarından esinlendiğim birkaç kıssa.
Kitaptan bahsedeceğim ama öncesinde bu iki genç gazeteciyi ve tanıklıklarını paylaşarak projeye katkıda bulunan arkadaşları selamlamak, teşekkür etmek isterim.
Çünkü bu kitapla Kürtçe yaşanan ve bilinçli bir tavırla Kürtçeye hapsedilen bu acıları Türkçeye tercüme ediyor ve "Biz bilmiyorduk" cümlesini geçersiz kılıyorlar. Bilmeyenlere "Bildiğin gibi değil" diyorlar cinasla: "Bilmek istemediğin gibi."
İtalyan yazar Primo Levi, Auschwitz'de geçirdiği 11 ayın ardından Kızıl Ordu birlikleri tarafından 'kurtarılmıştı'. Bütün hayatını, kendisine göre de imkansız bir şeyi -Lagerlerde yaşananları anlatmayı- deneyerek geçiren Levi intihar etmeden kısa süre önce yazdığı "Boğulanlar, Kurtulanlar" adlı son kitabının önsözünde Lagerleri (toplama kamplarını) en iyi anlatan tarihçilerin o kampları yaşayan siyasi tutuklular arasından çıktığının altını çiziyor, bunun nedenlerinden birini de şöyle açıklıyordu: "çünkü... tanıklığın faşizme karşı bir savaş eylemi olduğunun farkındaydılar." Ben, bu kitabı hazırlayan ve katkı sunanların da bunun farkında olduğunu düşünüyorum.
Kitaba gelirsek; çok fazla acı var kitapta, tanık olmanın zor geldiği sahneler var; okumak zorunda olduğumuz ama bazen okumanın çok zor geldiği korkunç bir kitapla karşı karşıyayız.
İçinde köyler yanıyor, evler bombalanıyor, çığlıklar yükseliyor. Babalar öldürülüyor, çocuklar ağlıyor, işkencelerin en alçakçaları, en hayvancaları yapılıyor, insanlar kaybediliyor, elbisesini bir sayfada, ayakkabılarını bir sayfada bulduğumuz kayıplar bir daha hiç görünmüyor; her sayfasında ölüm, her sayfasında şîn (yas) var kitabın.
Bu yüzden değerli; 90'lı yıllarda Kürtlere karşı uygulanan topyekun şiddet politikasını -anonim de olsa- tanıklığa döktüğü için değerli .
"Böyle bir ülke var mıydı, bilmiyorduk. Biz dünyanın neresindeydik?" diye soruyor bugün 34 yaşında bir kadın olan Ercişli Wanbetan. Kitapta anlatılanları odağa alarak ben de soruyorum aynı soruyu ve biraz mesafeli bakmayı deneyince, şöyle bir yanıt buluyorum:
"Bilmiyorduk, çünkü biz dünyanın Türkçesindeydik, onlar dünyanın Kürtçesindeydi."
Bu yüzden de kitabın o Kürtçe dünyanın Türkçeye tercümesi olarak alınması gerektiğini düşünüyorum.
Yukarıda bahsettiğim "Boğulanlar Kurtulanlar" adlı kitabında Primo Levi Mauthausen toplama kampında lastik kırbaca 'der Dolmetscher' yani tercüman dendiğini aktarır ve açıklar: "Kırbaç herkesin anlayacağı dilden konuştuğu için."
Türkiye'de devlet Kürtlerle hiçbir zaman Yunus Emre Türkçesiyle konuşmadı ama 90'lı yıllarda devletin o yukarıdan Türkçesinden de vazgeçildi ve bir devlet politikası çerçevesinde Kürtlerle iletişimde bir tür 'der Dolmetscher' olarak şiddetin her türlüsüne, en akıl almaz yöntemlerine baş vuruldu.
Kürtlerle Kürtçe ya da Türkçe herhangi bir dilde konuşmayı reddedip onlarla şiddetin diliyle konuşmayı pratik eden bu devlet politikası, bir yanıyla bir halka insan sıfatını yakıştırmayan, onu bir alt-insan olarak gören bir aşağılamayı içerir, ama bir yanıyla da hiçbir işe yaramayacağını varsayarak bu iki kadim dili de hor görür, onlara da küfreder.
O yıllarda, şiddeti bir devlet politikası olarak uygulayan - ve elbet yargı önüne çıkarılıp hesap sorulması gereken- devlet görevlileri dışında, görevini devlete yaraşır biçimde yapan yardımcı kuvvetlerin başında basın geliyordu. Çok ince, çok cılız bir damarın dışında, yaşanan devlet terörü, insanlık dışı muameleler asla haber olmuyordu.
Basın Kürtçe yaşanan bu acıyı Türkçeye asla sızdırmadı; asil Türklük duygusu namına, devletin bekası namına hep manipüle etti.
Ve sonuç şu oldu: Devlet şiddetin dilini konuştu. Kürtçe bunu iliklerine kadar hissetti ama anlatamadı, çünkü hem yasaktı hem de muteber değildi. Türkçe ise bunu sustu. Ama bir şeyi susarsanız başka şeyleri de susmanız gerekir ve o zaman da kitaptaki tanıklardan Aşî'nin dile getirdiği durum yaşanır: "Bizler sürekli öldük ama onların da sürekli çocukları öldü. Bu ölümler bile onları harekete geçirmedi."
Bu yüzden de kitap Türkçede anlatılmasına izin verilmeyen bir acının, bir dönemin tercümesi olarak bu susku duvarında önemli bir gedik açıyor.
Bu yanıyla bakıldığında elbette -her halükarda eksik olan- bütün çeviriler gibi trajik bir çaba. Bir yandan da aslında iki kere trajik bir çaba: Hem çeviri olduğu için hem de acıya tanıklık etmeyi denediği için.
Bütün okuma boyunca bir anlatılamayan, aktarılmayan duygusu havada asılı kalıyor, hissediliyor. Ve benim bakış açıma göre, o duyguyu kitap boyu öyle asılı bırakmak yapılmak istenenin bir ölçüde başarıldığına delalettir. Sonuçta iyi kitaplar, çalışmalar ya da anlatılar her zaman anlatılamayanı anlatmayı deneyen trajik çabalardır.
Kitapta gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da geride kalmış bir geçmişten bahsedilmediği, sürecin devam ettiği. Kitabın içi, kitapta anlatılanlar korkunç ama kitabın dışı, kitabın okunduğu, bahsedilen suçların hiçbirinin yargılanmadığı dünya daha da korkunç.
Bir yandan da, o korkunç süreçten çıkıp kendince bir hayat sürmeye çalışan insanlar hala Kürt oldukları için bir takım ayrımcı muamelelere maruz bırakılıyorlar.
Kürtçe bilmeyen bir ihtiyar kadına kimlik vermek için Kürtçe konuşmasının istenmesi ya da tatile giden insanların Şırnaklı olduğu için kimliklerine pansiyon tarafından el konulması gibi alenen suç olan durumlar hala yaşanıyor.
Ama sürecin hala devam ettiğini en açık biçimiyle gösteren sözler 31 yaşında bir kadın olan Hakkarili Fîrdews'in dilinden dökülüyorlar:
"...Aslında anlatmak istediğim çok şey var, ama kusura bakmayın korkuyorum, çocuklarım var, kocam var." diyor Fîrdews "Onlara bir şey olmasından korktuğum için konuşamıyorum. Burası küçük bir yer, başımıza her an her şey gelebilir. Çevreden değil, devletten korkuyorum, o yüzden konuşamıyorum..."
Adalet gelmedikçe, devlet işkencecilerden katillerden yana olmadığını onları yargılayıp hakkettikleri cezalara çarptırarak açıkça göstermedikçe bu korku, o süreç devam edecek.
Katılımcılara "barışa nasıl baktıkları, kendilerini bunu yaşatanları affedip affetmeyecekleri" de sorulmuş. Bu soruya "barış başkadır, affetmek başkadır " diye cevap veren 31 yaşında Şırnaklı bir erkek olan Gijal'in sözleri burada tekrarlamaya değer: "Kürtleri bu azaptan kurtaracak bir yargının olması gerekiyor."
Adaletin unutmayı kutsayarak açılan yeni beyaz sayfalara geldiği vaki değildir: O, her zaman tüm yaşananları sorgulayarak, eski hesapları kapata kapata gelmiştir geldiği yerlere; "Yargı bunları (elini kolunu sallayarak gezen, haklarında soruşturma bile açılmamış suçluları) yargılayarak bağımsız ve tarafsız olduğunu ispat etmelidir" diyor Gijal haklı olarak.
Kitapta anlatılanlar unutulacak, affedilecek deneyimler değil. Çok derin, tedavisi çok zor yaralar. Adaletten ve zamandan başka merhemi olmayan, failleri bulunup, teşhir edilip hakkettikleri cezalara çarptırılmadan kapanmayacak yaralar.
İnsanların bir daha yaşanmaması için canları pahasına mücadele etmeleri, unutulmasına izin vermemeleri, her zaman her yerde anlatmaları gereken yaralar.
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano'nun 1980 yılında yayınlanan ve bugünün pedagojisiyle pek örtüşmeyen ama bugün artık büyümüş olan 90'lı yılların Kürt çocuklarıyla paylaşmanın yerinde olabileceğini düşündüğüm bir çocuk hikayesiyle bitirmek istiyorum: Hikayenin İspanyolca adı "La piedra que arde", birebir çevrilince "Yanan Taş" ya da "Sıcak Taş" gibi bir şey. Biz, "Sihirli Taş " diyelim adına.
Galeano bu çocuk hikayesinde ihtiyar bir adamla bir çocuğun dostluğunu anlatır. Çocuk bir gün ormanda bir sihirli taş bulur, üzerinde "Gepegenç olursun, beni parçalarsan" yazıyordur. Çocuğun aklına hemen kambur, bir ayağı aksak, dişleri dökük, yüzünde yara izleri olan, güçlükle soluk alan ve bu görüntüsüyle bütün çocukların korkutan ihtiyar dostu gelir. Hayatını bahçelerde bekçilik yaparak kazanan ihtiyar, birkaç gün önce çocuğu düştüğü zor durumdan kurtarmış, ona büyük bir iyilik yapmıştır.
Çocukla birlikte ormana gidip sihirli taşı gören ihtiyar taşı kırmayı reddeder ve hediyesi kabul edilmediği için kalbi kırılan çocuğa nedenini anlatmaya çalışır: "Bak," der "bu dişler kendi kendine dökülmedi, onları söktüler ağzımdan. Yüzümdeki bu yara izleri bir trafik kazasından kalma değil. Sonra ciğerlerim... bacağım... Bu bacağımı cezaevinden kaçarken kırdım; duvar çok yüksekti ve yere cam kırıkları döşenmişti. Başka izler de var bedenimde senin görmediğin. Bedenimde taşıdığım izler ve bedenimde olmayan kimsenin göremeyeceği yerlerdeki başka izler".
"Eğer bu taşı parçalarsam, bu izler silinecekler. Ama bu izler benim kimlik belgelerim, anlıyor musun? Kimlik işaretlerim. Aynaya bakıyorum ve "Bu benim" diyorum, kendime karşı bir üzüntü, bir acıma hissetmiyorum. Çok uzun zaman mücadele ettim. Ama özgürlük mücadelesi hiç bitmeyen bir mücadeledir. Şimdi orada uzakta, bir zamanlar benim mücadele ettiğim gibi o mücadeleyi veren başkaları var. Benim ülkem ve halkım hala özgür değil. Anlıyor musun? Ben unutmak istemiyorum."
Unutmamak, hatırlamak, anadilini konuşmak, anlatmak, tanıklık etmek, yaşananları tercüme etmek de mücadele etmenin saygıdeğer yöntemlerindendir. Ve yaralarımız, bir noktadan sonra, bize acı vermezler; bize kim olduğumuzu hatırlatırlar. (BK/BA)
* Bildiğin gibi değil/ 90'larda Güneydoğu'da Çocuk Olmak, Rojin Canan Akın - Funda Danışman, Röportaj, Metis/Siyahbeyaz, Yıldırım Türker'in sunuşuyla, editör: Tuncay Birkan, grafik tasarım: Semih Sökmen, kapak fotoğrafı: Atilla Durak, fotoğraflar: Funda Danışman - Rojin Canan Akın, ilk basım: Haziran 2011, İstanbul, 310 sayfa.
* * Rojin Canan Akın, 1981 Batman Kozluk doğumlu, İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilik okudu. Halen gazetecilik yapıyor; Funda Danışman, 1983 Erzincan doğumlu, Birgün gazetesinde çalıştı, Bilgi Üniversitesi Reklamcılık Bölümü'nde öğrenimini sürdürüyor.
*** Newala qasaba / uyanan, kıpırdayan, fısıldayan, cıvıldayan sesler blog'unda Bildiğin Gibi Değil'den anlatılara ulaşabilirsiniz.