İnsanlık tarihi aynı zamanda mücadeleler tarihidir de. Ezilenlerin, mazlumların, yoksulların, daha eşit ve daha özgür yaşamak için egemenlere karşı verdiği mücadeleler yanında; yaşayabilmek ve nesillerini devam ettirebilmek için doğaya ve doğa olaylarına karşı verilen mücadeleler ve bu uğurda ödenen bedellerle de dolu bir tarihtir. Hiçbir deneyim, hiçbir kazanım bedel ödemeden edinilmemiştir. Bundan sonra da edinilmeyecektir. Bu, değişimin değişmezliği kadar gerçektir.
Mevzu derin. Bir yerlerden başlamak lazım. Ete kemiğe bürünsün diye çok eskilerden başlayalım. İnsanın ortaya çıkışı ve sonrasında doğayla ilişkisi üzerinden yürümenin, doğanın milyonlarca yılda oluşan hassas mekanizmalarına değinmenin, bu günleri değerlendirmemize yararı olacağı inancıyla. Fazla da ayrıntıya girmeden…
Yaklaşık 4,5 milyar yıl yaşında olan dünya, jeolojik birçok süreçten geçerek bu günkü konumunu kazanmıştır. Jeolojik ve paleontolojik veriler, sürüngenler çağı olarak bilinen Jura Döneminin bir yerinde (199,6 -145,5 milyon yıl önce) dünyanın tek parça olduğunu (Pangea) ortaya koymaktadır. Bu dönemde dünya önce ikiye ayrılmış, sonrasında da kıtalar birbirinden ayrılarak bugünkü halini almıştır. Zamanla deniz olan birçok bölge karaya dönüşmüş, okyanuslar, denizler ve göller oluşmuştur. Bütün bu değişim süreçleri milyonlarca yıla karşılık gelmektedir. Bu süreçlere doğa kendi mekanizmalarını kurmuş, bir anlamda yasalarını oluşturmuştur. Günümüzde Anadolu Bloğunun yılda 2 santimetre Ege Denizine doğru ilerlemesi de bu mekanizmayla yani kıtaları oluşturan levha hareketleriyle ilişkilidir. Bu kadar uzun zaman dilimlerinde oluşan bu mekanizmalara, günlük kararlarla müdahale eden ve Kanal İstanbul benzeri “çılgın” projeleri ortaya atanların biraz jeoloji okumasında yarar var. Doğanın yasalarına aykırı uygulamaların ağır bedellerinin ortaya çıkması, biyolojik zamanda hemen olmayabilir. Ama jeolojik zamanlara ilişkin uzun süreçleri beklemeyeceği de unutulmamalıdır.
İlk insansıların atalarının ortaya çıkışı, bulunan fosiller bağlamında bazı paleoantropologlara göre 5-7 milyon yıl öncesine kadar uzanmasına karşın, fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller yaklaşık 195.000 yıl öncesine aittir ve Afrika’da bulunmuştur. Evrim geçirerek, çağdaş tipte Homo Sapiens alt türünün ilk ırkı olan Cro-Magnon insanının ortaya çıktığı 50.000 yıldan bu yana alırsak, insanın doğaya karşı verdiği tutunabilme mücadelesi (bu mücadele doğadaki tüm canlılar için de geçerlidir) zorlu bir süreçtir. Kolay olmamıştır. Birçok tür yok olmuştur. Kalanlar devam ediyor. Elbette uyum sağlamadaki becerilerine bağlı olarak. Ama ne yazık ki bu paleontolojik ve historik gerçek günümüz insanı tarafından henüz tam olarak algılanabilmiş değil. Doğaya verilen zararların kendi sonumuzu da yakınlaştırdığını anlayabildiğimiz kesinlikle söylenemez.
Sanayileşen kapitalizm ile başlayan süreçte, endüstriyel ve teknolojik gelişmeler, nüfus artışı ve buna bağlı olarak beliren enerji ihtiyacı, egemenlerin daha çok kâr odaklı ve bu bağlamda da hoyrat yaklaşımıyla doğaya ve gezegenimize geri dönülmez zararlar verme noktasına vardırıldı. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olan ve etkilerini her geçen gün daha fazla hissetmeye başladığımız iklim değişikliklerindeki olumsuz gidişat, tam anlamıyla; bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete modunda.
İklim değişiklikleri dünyanın izostatik dengesini (yer kabuğu parçalarının dengede durma durumu) bozan en önemli etkendir. Büyük ölçekte regrasyona (deniz çekilmesi) ya da transgresyona (deniz ilerlemesi) yol açar. Buzulların erimesi ve su kütlelerinin genleşmesi sonucu deniz seviyesinin yükselmesiyle ovalarda çökmeler yaşanmasının ve tarihsel yerleşimlerin yok olmasının izlerini bizim coğrafyamızda da çokça görmek mümkün. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarında, 21. yüzyılda deniz seviyesinde 1 metrelik bir yükselmenin beklenebileceği belirtilmiştir. Bu birçok kara parçasının sularla kaplanacağı anlamına gelmektedir. Örneğin Hollanda’nın yüzde 6’sı, Mısır’ın yüzde 1’i, Bangladeş’in yüzde 5‘inin sular altında kalacağı tahmin ediliyor. Bu mevzu, denizlerde ve kıyılarda, havaalanları, stadyumlar, nükleer santraller ve otoyollar gibi büyük yapılar yapanların ilgisini çeker mi ki?
Geçenlerde elime geçen bir kitaptan, bu konuların analizine ilişkin çarpıcı bulduğum bir bölümü aktarayım. Dr. Ayhan Kavak’ın Mayıs 2016’da çıkan “İnkar” adlı inceleme kitabından. Tıp doktoru olan Kavak; küresel mecrada ilk tespit edilen patolojik iklim değişimlerinin, James Watt’ın endüstriyel kullanıma yönelik ilk buhar makinesi geliştirdiği 1770’li yıllarla çakıştığına dikkat çekerek, endüstrileşme aynı zamanda iklim değişimi krizi anlamına geliyordu diyerek şu tespitleri yapıyor:
(…) Tanımlanmaya ihtiyaç duyuluyordu. 2000 yılında nihayet Nobel Kimya Ödülü sahibi Hollandalı atmosferik kimyager Paul J. Crutzen ve deniz bilimleri uzmanı Eugene F. Stoermer ortak yazdıkları makaleyle yaşananları tanıma kavuşturdular. Bilim insanları atmosfer ve gezegen üzerindeki değişiklikleri ve tüm bulguları inceleyerek insan etkinliğinin, jeoloji ve ekoloji üzerinde yol açtığı tahribatları gözler önüne serdiler. Vardıkları sonuç iç açıcı değildi. İnsan etkinliğinin rolüyle yaşanan jeolojik çağın Antroposen kavramıyla nitelendirilmesi gerektiği ileri sürüldü. Bu, insan eliyle gerçekleşen bir çağ anlamına gelmekteydi. İşin vahameti de buradadır. Ilıman Holosen çağının ardından 1750’lerden başlayan tarihlendirme Antroposen olarak ele alınıyordu. Başlangıcı, kapitalist modernitenin dünya ölçeğindeki tüm canlı ve cansız varlıkları hoyratça çıkarlarına malzeme yapmasına denk gelmektedir. Yaşatılan, talan iklimidir. Ekosistemleri talan eden iktidar erkleridir. Çok farklı argümanlar kullanmaktan kaçınmazlar. Bilinçleri zapturapt altına alınarak sirayet ettirdikleri ‘ortak akıl’ çerçevesinde hakikat kaybettirilmiştir. Kurulan düzenekle dünyanın çivisini sökmek uğruna bir yarıştır almış başını gidiyor. Ayırdına varmadan, sıradan insanların bile yaşadıkları çevreyi tahrip etmeleri, hegemonyanın en altta işlerlik kazanmasına delalettir. Oluşturulan bu sanal ‘ortak aklın’ iktidarın kasasına aktığı gerçeği kolektif bilince çıkarılmazsa tahribatlar daha da boyutlanarak büyüyecek, çözülmesi giderek zorlaşan bir kördüğüme dönüşecektir. Geç de olsa, doğaya, canlılara ve insana yönelik duyarlılık sağlanarak bilinç aydınlanmasına yol açılmasına çok fazla ve acilen ihtiyacımız var. Yoksa dünya büsbütün kaybedilmiş olacak.
Bu gün kapitalist modernitenin yol açtığı ekolojik ve iklimsel krizler, kapitalizm ortadan kalksa dahi sürecek boyutlardadır. (…) Evet, insanlık doğayı binlerce yıldan beri bizahati kendi istem ve ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmeye çalıştı. Fakat böylesi eylem ve etkinlikleri, ekosistemlerin yapı ve işlevlerini farklılaştırmaya yetmemişti. (…) Ne var ki endüstriyalizm tüm dengeleri alt üst etti. Atmosferin doğal katmanlarını ve doğalgaz karışım oranlarını değiştirmesinden, sular dünyasının kirletilmesi ve tahribine kadar akıl kârı olmayan kıyamet alametlerini gerçek kıldı. (…) Aynı biçimde atmosfere salınan kükürtdioksit ile asit yağışı denilen evrensel afetler yaşanmaya başlandı. Zira hava kirleticisi olarak kükürtdioksitin meydana getirdiği maddi zarar miktarı, toplam kirleticilerin neden olduğu zararın yarısına denk gelmekte. Dört bir yanda rahmet niyetine asit yağışı olmakta. Nehirlerdeki, göllerdeki balıkların kitle halinde ölmesini zaman zaman basına takılan haberlerden okumaktayız. Kapitalist sistem böylesi durumları ‘bilinmeyen neden’ diye göstermekten ve pişkin pişkin yalan söylemekten geri durmaz. Oysa müsebbibi karşımızda sırıtmaktadır. Sebep oldukları kükürtdioksitin döngüsü de şöyledir: Kükürtdioksit, zehir saçan bacalardan atmosfere karışır. Havanın nemiyle birleşerek asit formuna dönüşür. Sonrası da asit yağmurlarıdır. Şayet dumanın doğrudan solunumu olursa, solunum organlarında var olan nem ile birleşerek akciğerlerde aside dönüşür. Çürüyen akciğer çürüyen canlı olacaktır.”
Yaşam alanlarına ve atmosfere ilişkin yaşanan olumsuz gelişmelerin etkisiyle, günümüzde bir sürü melanetle karşılaşırken, fiziksel çöküntüye uğrarken, beyinsel ve dolayısıyla düşünsel fonksiyonlarımızın da bundan etkilenmesi kaçınılmaz. Eğer öyle olmasaydı; bize bahşedilen ‘büyük projeler’ in, yaşam alanlarımıza verdiği geri dönüşsüz zararlar karşısında bu derece edilgen bir durumda olur muyduk? Milyonlarca yıllık bir evrim süreci birikimlerinin günlük çıkarlar için hoyratça tüketilmesine ortak olmayı içimize sindirebilir miydik? Bir parçası olduğumuz doğa tükenirken, bizim de birlikte tükenmekte olduğumuz gerçeğinden bu denli bihaber olabilir miydik? Ezcümle insanın, doğayı ve doğal olarak da tüm canlı yaşamını yok ediciliği karşısında, hala daha insan olarak kalabildiğimize inanmakta ısrarcı olabilir miydik?
Ama hayat da bir yandan devam ediyor ve edecek. Her ne kadar gezegenimizi yaşanamayacak bir yere dönüştürmek için elimizden geleni ardımıza koymuyorsak da, en güzel günler henüz yaşamadıklarımızdır kesinlikle. Bu bütün insanlık için geçerli olmakla birlikte, doğal olarak yoksul halklar için daha da bir kesinlik içerir. Gündelik gidişatın bu yönde olmaması; özellikle yoksul coğrafyalarda karanlığın ve zulmün her geçen gün daha da artması bu gerçeği değiştirmez. Zulüm, baskı ve dezenformasyon ile ilelebet hükümranlığın sürdürülmesi insanlık tarihinde görülmemiştir. Er ya da geç insanlık kazanır. Baskının ve yok ediciliğin yeri her zaman tarihin çöplüğü olmuştur.
Binlerce yıllık insanlık tarihinde, doğanın bu ölçekte ve bu denli sistematik yok edilmesine ilişkin olmasa da, yaşanmış büyük doğa felaketleri ve toplumsal mücadeleler bağlamında daha karanlık ve umutsuz dönemler yaşandı ve aşıldı. İnsanlık, bir yolunu bulup uzun yürüyüşünü sürdürdü. Bedeller ödedi ama deneyim biriktirdi. Aynı hataları daha az yapar oldu. Belki bir gün hiç yapmamayı da öğrenecek. Bütün bu tükenmişlik, çaresizlik ve umutsuzlukla çepeçevre kuşatılmışlığın bünyesinde aynı zamanda, daha güzel yaşanacak bir dünyanın tohumlarını da yeşerten ve büyüten, umudu besleyen damar hiç eksik olmadı olmayacak da. Tıpkı doğadaki gibi. Bu diyalektiğin de temel yasasıdır. İşte yapılması gereken, sadece insanlığı değil, tüm canlı yaşamı ile birlikte gezegenimizi de kurtaracak olan bu damarı beslemek ve büyütmek...
Epikuros’un aydınlık düşüncelerine, kendi aydınlık düşüncelerini de ekleyerek, materyalist felsefenin günümüze ulaşan en temel bilgilerini oluşturan ve altı kitaptan oluşan De rerum natura (Doğa Üzerine) adlı eserinde: “hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı” ve “ hiçbir şeyin ortadan kaldırılamayacağı” ilkelerini ortaya koyan Romalı şair ve filozof Lucretius’un (M.Ö 99- M:Ö 55) bir şiiri ile bitirelim:
“Doğanın ne dediğini duymuyor musunuz?
Beden için acıdan uzak, ruh için tasasız olmaktan başka bir isteği var mı ki?
Acıyı dindirebilen, tasayı yok edebilen her şey ona sevinç verir.
Doğa, doğa olarak, bundan başka bir şey istemez.
Eğer bizim evlerimizde ellerinde geceyi aydınlatmak için meşaleler tutan heykeller yoksa, her yanı gümüşle ışıldamıyor ve altınla parıldamıyorsa, gitar sesleri duvarları çınlatmıyorsa ne çıkar.
Bir akarsu boyunda, bir ağacın dalları altında, dostların arasında, taze çimenlerin üzerine uzanarak,
kolayca ve masrafsızca, kendimizi dinçleştirebilmek,
bir de hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeşil otların arasına çiçekler serpiştirmişse....
bize yeter” (Şİ/EKN)