Tayyip Erdoğan, 20 Şubat günü Başakşehir'deydi. Gelişinin sebebi, ne demekse "Türkiye'nin ilk bölgesel AVM'si" olarak tanıtılan Olimpa'yı açmaktı. Olimpa, Fuzul Holding'in yatırımlarından biri.
Fuzul Holding, zamanında İskenderpaşa Cemaati mensuplarının birbirlerine banka kredilerinden azade araba almak için "altın günü" modeliyle kurmaya başladıkları sermaye biriktirme modelinin ürünü. Ayda bir toplanıp maaşlarından artakalanları bir havuzda biriktiriyorlardı. Her ay biri araba sahibi oluyordu. Sonra ev aldılar. Derken holding oldular.
Esad Coşan'ın ölümünden sonra cemaatin parçalanma sürecinde bu birikimin paylaşılamamasının büyük etkisi olduğu söylenir hep... Erdoğan, İstanbul'un belediye başkanı olmak için yarışa girdiği günlerden bu yana önce Erbakan, sonra İstanbul'da üretip üleştirdiği rant aracılığıyla hep desteklenmişti bu cemaat tarafından. Başakşehir ise acemilik dönemi projelerinden biriydi.
Günler öncesinden hazırlıklar başladı. Derken 20 Şubat gelip çattı. Olimpa'nın yanıbaşında donatılan meydanda en fazla iki bin kişi vardı. Herkes için hayal kırıklığıydı manzara. Erdoğan'ın kızgınlığını yüz ifadesinden okumak için ise psikolog olmaya gerek yoktu. Protokol koltukları birkaç bakan ve İBB bürokrasisi tarafından doldurulmuştu. Ama bırakın meydanı, balkonlar, pencereler bile boştu. Issızlığın sebebini ahaliyle konuşurken "Başbakan olmak için mücadele ederken daha çok insan toplanırdı meydanlarda Erdoğan'ı görmek için" diye başlayan sorular sordum. Cevaplardan biri çok ilginçti: "Artık mücadele edecek bir şey yok."
Erdoğan'ın yaklaşık bir saatlik konuşması boyunca CHP ve MHP'ye yaptığı birkaç polemik sataşmasından başka meydandaki ahaliye söyleyecek çok az şeyi vardı. Kısaca "Kazandım, size de kazandırdım, gene kazanırsam gene kazandıracağım" diyordu. Ama Başakşehir'e şöyle bir bakmak bile, kazanmanın o kadar da derin mânâlar içermeyebileceğini gösteriyordu bir yandan. Eksik olan şey heyecandı. Erdoğan'ın yüzünü görmek, konuşmasını bizzat dinlemek artık mesele değildi. Dahası, Erdoğan artık bir mücadeleyi temsil etmiyordu.
İşte bu yüzden onu nitelemek için kullanılan "çılgın" sözcüğü "Kanal İstanbul" projesinden daha önemli geliyor kulağa. Çünkü kitleyi heyecanlandıracak bir şey lâzım. AKP'nin iktidarda kalabilmek için kendisini mevcut zemine taşıyanlara yeni bir şeyler vaat etmesi gerekiyor. "Zenginleşmek", "daha çok kazanmak" yetmiyor artık. Kazanılan zafer işaretlenmedi henüz, bayrak dikilmedi. Sembolik bir zafer daha elde edilmeli. Hep birlikte tarihe geçilmeli. Ve bunun tek yolu var: Tarihi yerinden etmek...
Bunun için de AKP'nin (ve temsil ettiği toplumsal/siyasal tabanın) her şeyden önce kendi hafızasını silmesi gerekiyor.
AKP'nin (sadece AKP'nin değil, İslâmcı siyasetin) silmek için çırpındığı, hatta bütün siyasal ve toplumsal birikimini kanalize ettiği hafızanın bileşenlerini anlamak için İstanbul'a son sekiz yılda ne olduğuna bakmak yeterli. AKP, yıkarak yok edemeyeceği bir şehri, üzerine yepyeni şehirler inşa ederek yok ediyor. Mevcut mağduriyet hafızasını silmesinin tek yolu ise o sembolik zaferi abideleştirmek. İşte bu yüzden AKP, İstanbul'a ve onun temsil ettiği sembolik sermayeye büyük bir aşk ve tutkuyla saldırıyor.
Önce gecekondular
İslâmcı hafızanın şehir tahayyülü göçle şekillenmeye başlamıştı. 1950'lerde hızlanarak devam eden göç, sosyal konut eksikliklerinin yarattığı gecekondu mahallelerinde önceleri hemşehriliğin ve işçiliğin belirlediği, 1980'lerden başlayarak ise cemaat örgütlenmelerinin hayır işleri ve dönemin RP'sinin örgütlenme modeli çerçevesinde şekillenen bir "şehirli" tipi üretti.
1980'lerin ortalarından itibaren gecekondular yap-sat sistemiyle apartmanlara evrilirken ilk görece büyük sermaye birikimi de edinilmeye başlandı. Bugün post-gecekondu mahallesi olarak tanımladığımız (Sultanbeyli, Ümraniye, Pendik, Yenibosna, Bahçelievler, Bağcılar, Esenler vb.) semtler, şehirli İslâmcılığın İstanbul'un giderek katlanan rantından sebeplenme mekânları oldular.
KİPTAŞ, gecekondudan, kenar mahalleden, 5366 sayılı yasanın tarif ettiği "çöküntü alanları"ndan geldiği için orada yaşamanın ne demek olduğunu gayet iyi bilen RP'nin yap-sat rantını belediye aracılığıyla üleştirme mekanizmasının adı oldu. Gözlerden uzaktı, çünkü "seküler" medyanın ürettiği "dindarlar kendilerine yeni mahalleler kuruyor" propagandasının da yardımıyla, KİPTAŞ yatırımları uzun süre kapalı birer kutu gibi inşa edildi.
Ne buralarda kimlerin yaşadığı, ne de yaşamın nasıl örgütlendiği, bu yeni örgütlenme biçiminin İstanbul için ne anlama geldiği tartışıldı. Çünkü nasılsa herkes gecekondudan ve İstanbul'un plansız büyümesinden şikâyetçiydi. Bu esnada İslâmcılık daha çok fetişler ve fantaziler aracılığıyla tartışılıyordu: Örtü, çok-evlilik, İmam Hatip, Kur'an Kursu vs...
İslâmcılığın sınıf atlama serüveninde yap-satla birlikte KİPTAŞ da önemli bir rol oynadı. KİPTAŞ'ın işlevini yap-satçı müteahhitlerden farklılaştıran, ürettiği konutlarla birlikte bilinçli ya da gayrıihtiyarî bir yaşam tarzı inşa etmeye başlamasıydı: Müşterileri, belediyenin temsil ettiği ideolojik arka planla en azından derdi olmayanlardı.
Birbirine benzer insanların (büyümeye eğilimli küçük orta sınıf, dindar, en azından muhafazakâr), kendileri için sağlanmış ve şehirden ayrıştırılmış küçük yaşam alanlarında yeni bir tarz-ı hayat geliştirmeleri için zemin oluşturdu. İstanbul'un bugün gözlemlediğimiz dönüşümünde KİPTAŞ bir tür tohum laboratuarı olarak işlev gördü.
Mevcut muhafazakârlık ya da dindarlık tohumunun genetiği, KİPTAŞ'ın yaptığı yatırımlar aracılığıyla rant ve arazi spekülasyonları yaratılarak gerçekleştirilen finans ve mülkiyet transferiyle yeniden şekillendirildi. 2002'den, yani AKP'nin seçim zaferinden iki yıl sonra bu transfer işlevi TOKİ tarafından üstlenildi.
Bu noktada İslâmcılığın organizasyonel anlamda neyle devamlılık gösterdiğini anlamamıza yardım edecek bir ipucu daha var: KİPTAŞ kurulurken, Özal'ın TOKİ'si örnek alınmıştı. TOKİ dönüştürülürken ise Erdoğan'ın KİPTAŞ'ı model oluşturdu.
Yeni projeler, yeni konseptler
Bizler Sulukule'nin, Tarlabaşı'nın kalabilmiş üç-beş gecekondu mahallesinin yıkılmaması için kendimizce mücadele ederken, bu defa giderek büyüyen sektörden pay almaya çalışan inşaat şirketleri, eski-yeni konseptler etrafında projeler şekillendirmeye başladı. Trend, KİPTAŞ ve TOKİ tarafından zaten belirlenmişti. Söz konusu projeler ve konseptler orijinallikleri ile değil, pazarlama stratejileriyle çıkıyorlardı ön plana.
Hilal Konakları (önceleri "konutlar"dı, zamanla "konaklar"a dönüştü) 1996'da, Başakşehir'le aynı zamanda başlayan bir ilk örnekti. Yine KİPTAŞ tarafından hayata geçirilen Hilal Konakları, aslında daha önce Kemer Country'de denenmiş "Osmanlı Mahallesi" imajından beslenen bir kapalı site projesinden ibaretti.
Yatırımcılar kadar, kendisine yeni bir hayat kurmak için sembolik bir sermaye de biriktirmeye çalışan yeni İslâmcı burjuvazinin de teveccühüne mazhar oldu. Çünkü İslâmcılığın yükselen değerleri -mesela Tayyip Erdoğan- projenin içine yerleşerek bu yeni yaşam tarzının olanaklarını bizzat kendi bedeniyle gösterdi.
Alt-orta sınıflar için yapılan "kıyamet habercisi" çok katlı konutların yerini, kamusal alanlarıyla birlikte planlanmış, bahçeli, havuzlu, az katlı, içinde yaşayanların mahremiyetleri obsesifçe gözetilmiş, binaların birbirlerine karşı konumları ve bahçe düzenlemeleriyle oryantalist resim ve gravürlerdeki Osmanlı mahallesi imgesi etrafında çerçevelenmiş illüzyonlar olan siteler aldı. İstanbul'dan kendilerini yüksek duvarlar ve özel güvenlik birimleriyle ayırıyorlardı.
Bugün Çekmeköy'e, Kâğıthane'ye, Eyüp'e, Alibeyköy'e, Halkalı, Beylikdüzü ve Başakşehir'e, hatta Boğaz kıyısında gecekondular yıkılarak ya da koruları, bahçeleri işgal edilerek "planlı şehir" görüntüsü vermeye başlayan mahallelere şöyle bir bakmak bile bu illüzyonun boyutlarını ve en azından İstanbul için kıyametin ne türlü alâmetler göstermeye başladığını anlamaya yeter.
Daha da yenileri
İstanbul sembolik sermaye aramak isteyen için bulunmaz bir kaynak. Bosphorus City, bu anlamda İslâmcılığın sınıf atlama serüveninin tam orta yerine denk düştü. Boğaz'ın küçük bir versiyonunun eski Halkalı Çöplüğü arazisi üzerine açılacak bir kanal etrafında örgütleneceği bu yaşam alanının pazarlama stratejisi, her şeyiyle İslâmcı fantazmanın bilinçaltına gönderme yapıyordu. Sinpaş, Bosphorus City'nin tanıtımı için Julio Iglesias'ı getirdi İstanbul'a. Bu Akdeniz çapkınıyla Boğaziçi'nin ilgisi neydi? Iglesias, Bosphorus City'nin lansmanı esnasında gazetecilerin "siz de buradan ev alacak mısınız?" sorusuna şu cevabı verdi: "Projenin maketini çok beğendim. Kız arkadaşlarıma satın alacağım."
Yıllarca Boğaziçi'ni gecekondulardan seyreden, mahrumiyet ve mağduriyet söylemini dinine, imanına yapılan saldırılarla açıklamakla yetinen İslâmcının Boğaziçi tahayyülünde bu da vardı. Yalılarda, Boğaz kıyısındaki apartmanlarda erkekler içki içer, kumar oynar, kadınlarla oynaşırlardı. Bu tahayyülün üzerine koca bir "hidayet edebiyatı" kuruldu 1970'lerden itibaren (en bilinenleri Şule Yüksel Şenler, Ahmet Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu).
Artık kimsenin okumadığı o romanların yerini zamanla başka türlü tatmin mekanizmaları aldı: İslâmcılarımız artık şehre yüksek riskleri olan yatırımlar yapıyor (bir nevi kumar oynuyor), alkolsüz şarap içiyor (harama bulaşmadan da modern olunabileceğini gösteriyor) ve ilk eşlerini çok ama çok katlı konutlarda çocuklarına bekçilik yapmak üzere ceplerine koydukları kredi kartıyla terk ederken, "kız arkadaşları" için Bosphorus City'de bir ev alıyorlar.
Çünkü onlar da iyi yaşamanın ne demek olduğunu, ama bunun için kurban vermek gerektiğini biliyorlar. Lâkin kurban yalnızca ilk eşler ya da yıllarca dindar aileleri yan yana tutan modernite eleştirisinden ibaret değil.
Servetlerini zekât vererek temizliyor, işçiler içkiye, "karıya-kıza" para harcamasın diye ücretleri düşük tutuyor, dünyanın en ücra köşesindeki yoksullara ve felâketzedelere yardımlar topluyor -yakınlarındakini mümkünse ve elbette güvenlik sebebiyle kendilerinden uzak tutmaya çalışıyor-, bir başka deyişle vicdanlarını pak tutmak için İslâm geleneğinden yararlanırken, onun toplumsal ve siyasal sözünü kurban ediyorlar. Çünkü tarihi yâdetmek için Fetih Müzesi, eski kavgaları sürdürmek için Filistin, içerdeki polemik için ise başörtüsü yeterli.
Bosphorus City'nin hemen tepesinde üç ayrı gecekondu mahallesi var. Şahintepe dindar, Altınşehir karmaşık, Güvercintepe ise büyük oranda solcu bir mahalle.
Bosphorus City'nin kendileri için yarattığı yıkım tehlikesinin gayet farkındalar. Her üç mahalle için de Bosphorus City, kendilerine (onların şehirdeki yerlerine) açılmış savaşın ileri karakolu. Başakşehir'de yaşayan "mü'min" patronu ile yaptığı sigorta pazarlığını anlatan bir tekstil işçisi, Bosphorus City'yi yapan Sinpaş'ı "leş kargası"na benzetiyor. Diyor ki: "Halkalı neydi? Çöplük. Biz neydik? Çöp. Sinpaş da leş kargası. Bu yüzden bize baktıkça iştahı kabarıyor."
Ve sıra şehir merkezinde
Sulukule yıkıldı, Fener-Balat ve Süleymaniye ise gün sayıyor. Ama asıl yıkılan Fatih... Mimarînin insanları şöyle ya da böyle eşitlediği, eskilere dayanan toplumsal ilişki ağları sayesinde hâlâ "mekân" olma özelliğini koruyan Fatih de alıyor hesabına düşeni. At Pazarı, Kadınlar Pazarı yepyeni kafelerle donatılmış vaziyette. Adeta bir "Müslüman Cihangir" yaratılıyor orada. Mahalleymiş gibi yapmaya çalışırken, varolan mahalleyi tüketen bir mahalle...
Bu defa iş çöplükte Boğaziçi kurmaya benzemiyor. Çünkü Fatih, tarihsel hafızası kullanılarak ortadan kaldırılıyor. Bu, tüketimin yeni bir aşaması. Artık şeyler, nesneler değil, kavramlar tüketiliyor. Bu yüzden iştah çok kabarık. Çünkü nesne tüketimi hiçbir şekilde o kavramın yarattığı boşluğu doldurmaya yetmiyor. O kavrama ilişkin nesneler tüketildikçe mide genişliyor, açlık büyüyor. Bir tür obezite durumu...
Ne var Fatih'te? Organik gıda dükkânları, Fatih'te oturmasa da orada sosyalleşen site gençliğinin kendini "evinde" ve "başka bir şeylerin parçası" olarak hissedebileceği mekânlar... Örneğin, Hürriyet gazetesinin "İslâmî çevrelerin House Cafe'si" diye nitelendirdiği Eski Kafa, özellikle de ismiyle İslâmcıların burada kendi varoluşlarıyla dalga geçtikleri izlenimini uyandırıyor.
Etrafta dolaşan cüppeli beyfendiler ve çarşaflı hanımefendilerle zamanın tatile gönderildiği, şimdiki zamanın konforuyla geçmişe dair imgelemin evlendirildiği tuhaf bir ucube haline geliyor Fatih.
Kendini taklide zorlanıyor mekân, kendi kopyasına dönüştürülüyor. Şimdilik çoğu bakımsız ve küçük olduğu, yetmediği için eski sahipleri tarafından terk edilmiş evler "mü'min öğrenciler" ya da genç çiftler tarafından kiralanıyor. Hızlı bir restorasyon faaliyeti de gözden kaçmıyor.
Bir şekilde bunca yıldır kendi haline bırakılmış ahşap evler, küçük dükkânlar değerlenmeye, daldıkları derin uykudan uyandırılmaya başlanmış durumda. Sulukule ve Süleymaniye'deki projeler tamamlandığında Fatih'in kaderi tümden değişmiş olacak. Fener ve Balat zenginleşip Süleymaniye yeniden Osmanlılaştırılırken, Fatih de sınıf atlayacak.
Kendisini şehrin "mekruh" atmosferinden kaçmak için orada burada yükseltilmiş "muhafazakâr site"lere hapseden, bu arada bir miktar daha para biriktirmeyi başaran yeni orta sınıf böylece "hak ettiği" sembolik sermayeye de kavuşmuş olacak. Bu sembolik sermaye aslında Türk işi modernleşme projesinin dinle kurduğu sembolik şiddete dayalı iletişimin ürünüydü.
Dini geri, yoksul ve cahil olanla özdeşleştirmek yoluyla üretilen bu sembolik şiddet evrilip bir sembolik sermayeye dönüştü. Söz konusu sembolik sermayenin yatırıma evrileceği alan ise Kanal İstanbul projesiyle -fiziksel olarak değilse bile- düşünsel olarak belirlenmiş oldu.
Ve kanalizasyon
Bu noktada mesele Kanal İstanbul'a kimin yatırım yapacağı ya da akçalı kazancın kimin cebine gideceği sorularıyla açıklanabilecek gibi durmuyor. Asıl mesele, İslâmcı enerjinin ne yöne kanalize edileceği. Şu anda AKP'nin ve sözcülüğünü yaptığı (artık alt-orta sınıf değil, daha da yükselmek isteyen orta sınıf ve yerini sağlama almak, hatta mümkünse ulusaşırılaşmak isteyen üst-orta sınıf) kalabalığın yeni açılımlara ihtiyacı var.
Bu açılım bir miktar küresel vakalar aracılığıyla kendiliğinden geliyor: Örneğin daha birkaç gün önce, 2011'in ilk iki ayında isyan nedeniyle Bahreyn'den kaçan 7.6 milyar dolarlık sermayenin Türkiye'ye sıcak para olarak girdiği haberleri dolaştırıldı ortalıkta.
TOKİ'nin Fas'tan Venezuela'ya, Nijerya'dan Pakistan'a uzanan parmak uçlarında hep Türk şirketler olacak. Ama bütün bu yatırımları anlamlı kılacak başka, yeni bir şeye ihtiyaç var. İstanbul'u İstanbul olarak pazarlamak yetmiyor artık. İstanbul, Türkiye'nin iddialı olduğu yegâne iş alanının, inşaat sektörünün vitrini olarak yeniden konumlanacak.
Peki, İslâmcılık bunun neresinde?
Öyle görünüyor ki, bunun için yine iki sembolik ve ironik ayrıntıya bakmamız gerekecek: Paranoyak zihnim bin Ladin'in öldürüldüğü yolundaki haberlerle Kanal İstanbul'u yan yana düşünüyor. Bin Ladin diye birinin varolduğuna hiçbir zaman inanmadığım, onun bir heyula imajından ibaret olduğunu düşündüğüm için olsa gerek. İslâmcılıkla ilgili, 1990'larda üretilmiş çılgın bir imaj ortadan kalkmış oldu böylece.
Türkiye özelinde başka bir çılgın imajımız var artık: Kanal İstanbul. İlki görünürde eski olana dair bir şeyleri korumak için yıkarken, ikincisi yeni bir şeyler kurmak için yıkıyor. Ama her ikisi de yıkıyor. AKP aslında İstanbul'da kentsel dönüşüm politikalarıyla başladığı, Kanal İstanbul'la zirveye taşıdığı bu çılgın imajı kendisi üretmedi.
Bu imajın nerede imal edildiğini anlamak içinse İstanbul'a değil, Dubai'ye, Yemen'e, Kuveyt'e, Birleşik Arap Emirlikleri'ne, Bahreyn'e, hatta Irak'a bakmak gerekiyor. İstanbul'u "zengin Araplar işgal etmeyecekler" ya da AKP hepimizi "Araplaştırmayacak". Çünkü buna ihtiyaç yok ve dahası, hiç kârlı olmaz böylesi. İstanbul'un tarihsel konumunda (Doğu ile Batı arasında köprü) yenecek çok ekmek var daha. Ama Kanal İstanbul olsa da, olmasa da İstanbul artık başka bir yer.
İkinci ayrıntı işte burada: Kanal İstanbul'un simülasyonlarında gördüğüm yapı modelleri, aklıma Başakşehir'de, Olimpa AVM'nin bulunduğu kavşakta başlayan iki sokağa isimleri verilmiş iki şairi getiriyor. Biri Cahit Zarifoğlu, diğeri ise Erdem Bayazıt.
Adlarını verdikleri tabelalar -tam da sembolik bir bütünlük oluştursun diye- sırt sırta yerleştirilmiş bu iki şairi ve onların yerleştirildikleri mahalli ne zaman gözlerimin önüne getirsem, İslâmcılığın yok etmeye çalıştığı gerçek hedefin kendisi olduğunu, bu arada mesela İstanbul'u bu yok ediş fiilinin silahı olarak kullandığını düşünüyorum.
Mesela Cahit Zarifoğlu bir öneride bulunuyor: "Bunları geçelim. Yaşanacak, söylenecek, susulacak çok şey var daha. Daha bu şehri paramparça edip, karşısına geçip seyredeceğiz yıkıntıların. Sen ve ben kalacağız sadece. Acıları, kötülükleri, ihanetleri, korkuları, belaları uykuya daldıkları bir anda, günahsız kadınlarla birlikte paramparça edip başka şehirlere gideceğiz. Bu sözleri, yarım kalmışlıkları, hevesleri geçelim. Bu şehri, bu dünyayı geçelim."
Erdem Bayazıt ise bu sahneyi daha önce görmüş gibi konuşuyor: "Duvarlar çıkıyor önüme / Şehrin mahpus yüklü duvarları / Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın / Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede / Şehir soyunmuş diyor biri / Şehrin elbisesini çalmışlar / Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın / Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle / Mor bir kâbus çöküyor üstümüze / Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle" ("Şehrin Ölümü")
Bunları yan yana koyunca, Kanal İstanbul akla Boğaz'ı değil, Bağdat'ın içinden geçen güvenlik duvarlarını getiriyor. Görünürde Şiilerle Sünnîleri birbirlerine zarar vermekten alıkoymak için inşa edilen duvarlar, aslında yeni yaşam tarzı konseptleri üretiyor.
Bu politikanın bir benzerini Hizbullah, Beyrut'ta yap-işlet-devret modeliyle (onlar Özal modeli diyorlar) yapıyor. Burada tanık olduğumuz şiddet Irak ve Lübnan'dakiyle aynı özellikleri taşımıyor, ama nedense benzer bir forma evriliyor. Çünkü İslâmcılığın sembolik sermayesi sınırlı olsa da, ürettiği sembolik şiddet sınır tanımıyor.
Bir zamanlar hepimizi geçmişe götüreceğinden korktuğumuz İslâmcılık, yenilediği formuyla şimdiki zamanı inşa ediyor. Kanal İstanbul, formu ve arka planındaki ihtirasla geçmişi olduğu kadar geleceği de tüketiyor. İslâmcılık, neoliberal piyasanın üzerine kurulduğu sonsuz bir şimdiki zaman varsayımına önce kendini, sonra İstanbul'u kurban ediyor. (AÇ/HK)
* Bu yazı Express dergisinin Mayıs - Haziren sayısından alınmıştır.
Express'in bu sayısında ayrıca Ulus Atayurt'un "Kanal İstanbul", Abbas Karakaya'dan "Alevi Çalıştayı" yazıları, Ertan Keskinsoy'un Ali Murat Özdemir ve Gamze Yücesan Özdemir ile yaptığı "Emek piyasasının esnekleştirilmesi" başlıklı söyleşisi var.