"İnsanların güvenini kaybedeceğime,
para kaybetmeyi tercih ederim."
Robert BOSCH
Robert Bosch Vakfı'nın proje desteğiyle Onursal Başkanlıklarını Yaşar Kemal ile Günter Grass'ın yaptığı Türkiye-Almanya Kültür Formu beş yıldır Almanya'nın değişik bölgelerinden medya temsilcilerini Almanya'dan Türkiye'ye getiriyor.
İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Mardin rotası üzerinden bir haftalık yoğun bir programla resmi kurumlar, sivil toplum dünyası, medya ve kültür kurumları ile görüşmeler ve ziyaretler yapıyorlar.
İki soruma yanıt, yanıt değildi
Son üç yıldır da benzer bir programla Türkiye'den medya mensuplarını Almanya'ya taşıyorlar. Bu yılki programın konukları arasında köşe yazarı kimliğimle ben de vardım. Ocak sonunda iklim koşullarının onca felaketine rağmen çok yoğun bir programdı bize hazırlanan. Hemen her görüşmede görüşme konusu ile ilgili en az bir soru sordum ilgililere.
2008 yılında konukları olduğum Frankfurt kitap fuarında kimi Kürt entelektüelleri ile sohbet imkânı bulduğumda paylaşmışlardı: Ben de sorduğum birçok sorunun yanında en çok o can alıcı soruyu sordum görüştüğümüz kimi ilgili kurum temsilcileri ve şahsiyetlere.
"Türkiye'de henüz çözülemeyen Kürt Sorunu nedeniyle çareyi Avrupa'nın Almanya dâhil kimi ülkelerine 'sığınmakta' bulmuş Kürt entelektüelleri, Almanya'da toplu hak talepkârlığında bulunurlarken 'terörist' muamelesi gördüklerini ifade ediyorlar. Bunun resmi düzeyde hikâyesi nedir?"
Uyum sorunu ağızlarda pelesenk
İki yanıt vardı, ikisi de sorumun yanıtı değildi. Alman yetkililer böyle bir sorundan hiç haberlerinin olmadığından sadece Türkiye'den gelenlerin ciddi bir uyum (entegrasyon) sorunu yaşadıklarından söz ediyorlardı.
Ki bu uyum mevzuu bir hafta boyunca görüştüğümüz 20 dolayındaki kurumsal temsiliyet ve 50 dolayındaki şahsiyetin çoğunun ağzında adeta pelesenk olmuş gibiydi.
Sakız gibi defalarca çiğnenip karşımıza çıkıyordu uyum mevzuu. Türk(iye) kökenli Almanya vatandaşı parlamenterler ise sanki sorunun farkındaydılar ama öncelikler meselesinde bu mevzuya "zaman" ayıramayacak "haldeydiler".
Sanırım kendi topraklarından uzak düşmek böyle bir şey olsa gerek. 1964 yılında ülkelerinden Almanya'ya işçi olarak kan taşıyan ve bugün üç kuşaktır yaban ellerde olan Türkiyeli "emek göççüleri" kendilerine yönelik olarak ağız birlik etmişçesine "Neden ülkemize ve toplumumuza uyum sağlamakta, entegre olmakta direniyorsunuz!" diyenlere karşı inatla direniyor ve yaşadıkları gettolarda (Bu seyahatte gördüğüm Berlin'deki Kruzberg bunun örneği- ya da birkaç yıl önce Köln'de gezip gördüğüm Mülheim bölgesi) kendi Türkiye'lerini yaşıyorlar.
Üçüncü kuşak olarak Almanya'nın "sahipleri"...
Aslında Almanların uyumla ilgili bütün "patırtılarına" rağmen en azından bizim görüştüğümüz Köln Ford fabrikasındaki Türkiyeli işçi önderleri, yine Türkiyeli Parlamenterler, iş dünyası temsilcileri kendilerini iyiden iyiye Almanya'nın, hatta Avrupa'nın mensubu, hatta aidiyet manasında üçüncü kuşak olarak artık "sahibi" gibi görmeye başlamışlar bile.
Gözlemim şu ki; uyumun sokağa yansıyan yüzü kapitalist toplumun çarklarının aile ortamında, sokakta yarattığı tahribat. İşsizlik, cinsel sorunlar, madde bağımlılığı, gelenekçi toplumdan hızlı kopuş ve bütün bunlar üzerinden bir yabancılaşma ve düzene bireysel başkaldırı.
Ve sanki bu uyumun veya uyumsuzluğun sadece ülkelerinden göç edenler üzerinden bir okumasının eksik ya da yanlış olacağı, aksine kimi Alman'ların da kendi toplumu ve ülkesi ile bu manada "uyumsuzluk" yaşadığını, yaşıyor olduğunu bilmem bir kez daha dile getirmeye gerek var mı? Ya da Almanların sıkça ve ısrarla üzerine vurgu yaptıkları "uyum" kavramının yeni bir içerikle yeniden tartışılması gereği...
Dillendirilemiyor
Ve tabii ki iki göçten en vahimi olan, siyasal nedenlerle diaspora'yı tercih eden ve nerdeyse otuz yıldır oraları mesken tutan Kürt, Türk ya da başka ülkelerin politik mültecilerinin Almanya'daki hali pür melalleri! Belki de onlara dair hiç mi hiç dillendiril(e)meyen uyum sorunları...
Doğrusu hep yaldızlı bir yatak odası başucu tablosu gibi hayalleri süsler ya Avrupa şatafatı. Hiç de öyle olmadığını Almanya dâhil Avrupa sürgünlüğünün özde bir "tükeniş sendromu" olduğunu hemen her Avrupa seyahatimden sonra bir kez daha ifade etmenin derin ruh halini yaşadığımı dile getirmem kendi açımdan bir kez daha züldür, söyleyeyim. Bunun da gerekçesini açıklayayım.
Bir soru sordum görüşmemizde yetkililere; "Türkiye'nin Avrupa Birliğine aday üye ülkelik sürecinde Türkiye Kürtleri ve yüzünü Avrupa'ya döndürmüş kimi Türkler, Avrupa Birliğine üyelik konusunda çok samimiydiler.
Hatta Kürtler bu samimiyetin Avrupa açısından ciddi partneriydiler. Ne zamana kadar mı? Avrupalı 'demokratlar' Kürtlerin hak talepkârlığının 'Bireysel Haklar'la sınırlı olması gerektiği mevzuunu dillendirene kadar. Oysa Kürtler kendi coğrafyalarında bireysel haklarını zaten kullanıyorlar(dı), bunun için herhangi bir izne de icazete de ihtiyaçları yok(tu). O halde toplum, halk, ulus olmaktan kaynaklı 'topluluk hakları' değil midir esas olan?"
Doğrusu bunun da yanıtı, yanıtsız bir diplomatik yanıt oldu. "Biz oraları iyi biliriz. Kürtler hâla Avrupa Birliğini istiyorlar"...
İyi o halde, soran ve sorgulayan gitti. Uyumunuza bereket.
Şimdi ne mi düşünüyorum
Berlin Alexandrplatz'da bir sergi, malum duvarın hikâyesi, duvardan artakalan grafitlilerle süslenmiş, bezenmiş kimsesiz anıların geriye bıraktıkları. Ya da hemen meydanın yakınındaki Berlin Belediyesinin adıyla müsemma Kızıl Sarayının karşısındaki parkta klimalara karşı mücadele eden ekolojik hareketin yaptığı yüzlerce kardan adam heykelinin sadece bir güneşlik ömrü olduğunu bilerek verdiği mücadele. Veya Alman Tarih Müzesinde geçmişle yüzleşirken işini çok iyi bilen bir rehberin sosyalizme nefret ve küfür kokan anlatılarının yarattığı hüzün, kesmediyse Düseldorf''u gezdiren İstanbullu rehberin ne denli "oralı" olduğunu kanıtlamak için buz kesen havada attığı perendeler, hepsi bu kadar.
Gayet iyi hazırlanmış usta işi bir programın ardından elbette bende oluşan ve anı ile "iz bırakan" duygular da var. Ve ona dair Türkiye Almanya Kültür Formuna ve projenin mimarları Osman Okkan ile Murad Bayraktar'a teşekkür etmeli bir kez daha.
Mesela bir kömür işleme merkezinden dönüştürülen ve 2001 yılında UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınan Zeche Zollverein Ruhr Müzesi, Ruhr 2010 Kültür Başkenti projesinin mimarlarının meseleyi sahiplenişleri, Amadeo Antonio Vakfı'ndan Timo Reinfrank'ın Almanya'da Tarihle Yüzleşmek sunumu, Kreuzberg-Berlin'deki Küçük İstanbul Göç Müzesinin "konargöçer" üslubuna rağmen mütevazı ve içerden ev sahipliği, Dışişleri Bakanlığındaki komik ve toplu "oda hapsi", Federal Meclisteki ve Berlin Eyalet Parlamentosundaki Türkiye 'kökenli' parlamenterlerin "samimiyetleri", Diyanet İşleri Türk İslam Birliği grubunun inanç temelli bir varlık yokluk hadisesi gibi algıladıkları Köln'deki cami inşasını sahiplenişleri, Ford Fabrikasının Türkiyeli işçilerinin en az patronları kadar fabrikalarına methi sena dizişleri, bir şehir Berlin'in 3,5 milyonluk nüfusunun yüzde beşinin kültür sektöründe istihdam ediliyor olması ile Köln Belediye sarayı (evi mi demeliydim) ve Robert Bosch vakfındaki başlayış ve final resepsiyonları...
Ama yıkılan duvarın ardında ve altında neler mi kalmış, onu ne siz sorun ne ben söyleyim... (ŞD/EÖ)