Size bu kez bir “kahramanlık” hikayesi anlatmaya çalışacağım. Bakalım becerebilecek miyim?
Öykümüz denizden uzakta dağı bol bir ülkede geçiyor. Hem bütün maceraların sahillere mahkum olduğunu kim söyleyebilir ki, bir kere de burada vuku bulsun.
Hikaye değilse de “kahramanımız” bir şeylere mecbur, o bir mahpus. Hem de başı kazan gibi, ağzı filtresiz cigaranın paslandırdığı türünden. Sabah saatleri, yarım yamalak uyumanın asabiliği üzerinde. Sadece mesele uyku olsa, şu her gece sökün eden babasına ne demeli. Öte tarafa gideli bir yıl kadar oldu, ama yattığı yerde rahat değil anlaşılan. İkide bir rüyalarında boy gösteriyor, acıyan bakışlarıyla oğluna bakıp, “sana bir şey bırakamadım affet beni” diyor.
“Buralara düşmemin bütün sebebi olan moruk yaşarken pek bir hayrını görmediğimiz gibi şimdi uykumuza da musallat oldu, burada da rahat vermiyor” diye kendi kendine ediniyor, ama bakmayın, gizliden gizliye babasını seviyor…
“Şimdi toprağın altında tepineceğine yaşarken biraz variyet elde etseydin de, senden bir şeyler kalsaydı. Biz de onun bunun önünü kesip geçinmeye çalışmazdık. Gerçi böylesi daha iyi…”
“Hem soyduğum kişilerin para ne işine yarar? Çoğu ihtiyar bunak, parayı ne yapacaklar bu yaştan sonra, duluklarına sumsuğumla iki vurdu mu zaten hemen elden ayaktan kesiliyorlar…”
Derken aklına hiç olmadık bir soru geldi “Hurşit Külter nerede?” Bu isim oralılarınkine hiç benzemiyor, bunu nerede duymuştu, bir türlü çıkaramadı. “Ama belli ki başı benim gibi dertte olan biri” dedi.
Aslında bu ismi hiç duymamıştı, duyamazdı, çünkü “kahramanımız”ın hikayesinin yaşandığı tarihte Hurşit Külter belki de daha doğmamıştı…
Vahiy bu ya nasıl olduğuna aklımız ermez “kahramanımız”ın dimağında Hurşit Külter’in yüz gündür “kayıp” olduğu malumatı da bir anda belirdi.
Sonra yaklaşan ayak sesleriyle düşünceleri bölündü. Kendi kendine “gardiyan bozuntusu olmalı” dedi. Her ne kadar “kahramanımız” bilmese de gardiyan tıpkı bazı Türk filmlerindeki “kötü” karakterleri andıran sarkık bıyıklı, çok votka içmekten yüzünün doğal rengi kaybolmuş, gerçekte zavallının tekiydi. Onun da çok derdi vardı, ama konumuz o değil, bu yüzden şimdilik bir kenara bırakalım, “Kahramanımız”ın istirahat hanesine yaklaşmaya devam etsin.
“Kahramanımız” dışarıdan da tanıdığı bu gardiyanı sevmese de yalnızlık nedeniyle kim olsa görmeye, konuşmaya razıydı. Burada hapishanelerin pek “ziyaretçisi” olmazdı. Kendinin bu üçüncü uğramasıydı. Pek kimseyle müşerref olamamıştı. En son cezasını çekense bir hafta önce tahliye olan bir kaçakçıydı. Sıkı muhabbetleri olmasa da yalnız kalmaktan iyiydi.
Gardiyanın cenabet sesi araya girdi: “Hadi lan kalk! Yine iyisin, sana ihtiyacımız var. Çıkacaksın. Niye öyle bakıyorsun? Beğenemedin mi? Yok! Olmaz öyle, devlete küsmek olmaz.”
“Kahramanımız” önce neye uğradığını şaşırsa da bir şeyler duymuştu. Dışarıdan beş-on gündür bazen silah sesleri geliyordu. Kendisinden ne istendiğini yine de anlamadı.
Gardiyan “şu buraya sonradan gelmeleri def etmemiz lazım, gardaşlık da neymiş, bunlar hep gomonist uydurması” dedi.
“Kahramanımız” meseleyi anlar gibi oldu. Ama sonrasının bu kadar hızlı gelişebileceği aklından hayalinden geçmezdi.
Başkaları gibi onun da eline bir silah tutuşturdular. Birlikte olduklarının çoğu onun gibi kara yağız gençlerden oluşan sivillerdi. Zaten her iki tarafta da asker olan, savaşmaktan anlayan pek kimse yoktu. Her ne hikmetse yine de “kahramanımız”ın olduğu cenah bu işlerde “becerikliydi”. Onlar savaşçılıklarının doğuştan milletlerine has bir durum olarak anlatır, karşıdakileri ise hakir gören mimikler eşliğinde “bu davaroğıllari koyun bile gütmeyi bilmez” türünden sözleri sık sık sarf ederlerdi. Ötekilerin berikiler için ne dediğini ise patlayan silahların gürültüsünden duyamadık…
Sonra “Kahramanımız” bu savaş işinde pek maharetli çıktı. İyi pusu atıyor, kuşatma, baskın verme, yağma ve tecavüz işlerinde en önde koşturuyordu. Bazen homurtular duysa da bunlara kulak asmıyor “ee ne de olsa bal tutan parmağını yalar” diye her şeyi kulak arkası ediyordu. Bu “parmak yalama” meselesi zamanla onun hayat düsturu haline gelecekti.
Savaşı yönlendirenler “kahramanımız”ın ataklığını görüp taltif etmekte gecikmediler. “Kahramanımız”ın kahramanlığı tescillenmiş, ağırlığı milislerden oluşan ordunun başkomutanı olmaya kadar tırmanmıştı.
Üç beş yıl devam eden savaş kahramanımızın bazen geriye baktığında kendinin de inanamadığı bir yüksekliğe ulaşmasını sağlamıştı.
Ama bir gün savaş biter. “Temizlik” tamamlanmıştır. Şimdi sıra zaferin semeresini görme zamanıdır. “Kahramanımız” da bu hallere gelebilmek için yeterince bedel ödemiştir. Savaş sırasında edindiği bazı alışkanlıkları sürdürmek ister. Sokakta gördüğü ilgisini çeken kadınlar hedefindedir. Bir süre sonra kentin sokaklarına kadınlar çıkamaz hale gelir. “Kahramanımız” a şikayetler yansımaya başlar. O ise “canım ne varmış bunda, savaş sırasında yaparken iyiydi ya, şimdi de ödülümüzü alma zamanı…” deyip geçiştirmeyi tercih eder.
Başka hatalar da yapar. Bilemeyiz ama belki de en önemlisi savaş ganimetlerini başkalarıyla pek üleşmek istememesidir.
Gel zaman git zaman başı belaya girer. Bir zamanlar aynı saflarda at koşturan bazı arkadaşlarının politik yeteneklerini hesaba katmamıştır. “Kahramanımız”ın faüllü halleri eski yoldaşlara onu tasfiye imkanı sunacak, savaşın ganimetini hepten kaldırmalarının önü açacaktır. Eski arkadaşları “millet”le usulünce ilgilenmeyi bilmişlerdir. Bu savaş onlara yürü ya kulum demiştir…
“Kahramanımız”sa soluğu yine hikayemizin başındaki damda alır, bu kez eşekten düşmüş karpuz kıvamındadır. On küsur yıl yatacaktır. Arkadaşları pek acımasız davranmışlardır ona. Hapiste homurdanmayı, kendi kendini yemeyi sürdürür.
Sık sık hayat muhasebesi yapar. Kendindeki en büyük hatayı politikadan anlamamak olarak görür. Çıkınca mutlaka politikacı olacaktır. Eski arkadaşlarından aşağı kalan bir yanı var mıdır, nitekim eski arkadaşları geçen sürede devletin ve para yığınlarının en tepelerine tırmanmayı becermiştir.
“Kahramanımız” geçenlerde tahliye olmuş. Hemen partisini kurmuş. “Vatan için canımız feda; ne yaptıksa devletimizin bekası için yaptık; bir konuşursam devlet yıkılır; söz konusu olan vatansa gerisi teferruat…” türünden sözler ediyor. Ne dersiniz “başarılı” olabilir mi?
Hemşerim sen kime ne anlatıyorsun diyenlerinizi duyar gibiyim. Öyle ya bizim memlekette bunlardan bol ne var, siz de haklısınız. Hele hele “ana muhalefet”inin kendini malum şahsın istediğinde inebileceği-binebileceği bir otobüs durağı zannettiği, diğer cücük “muhalefetin” ise uzun zamandır Devlet Malzeme Ofisi mamulü bir kalem traş olduğu vehmine kapılıp, katliam, hapis, tek millet, tek din vb gibi laflar döktüren bir kara kalemi sivriltip durduğu bir ülkenin vatandaşı olunca. (AS/ÇT)