Deliliğin ne olduğuna dair bir beyin fırtınası yapsak, en çok karşılaşacağımız ifadelerin kendi kendine konuşmak, halüsinasyonlar görmek, öfke krizleri geçirmek, insanlara ve kendine zarar vermek gibi daha dışarıya yönelik, gürültülü, işgal edici ve yayılmacı özellikler taşıyan eylemler olacağını tahmin edebiliriz. Ve böyle bir delilik algısının ardından ortaya çıkacak çözüm yolları da o kişilerin hastanelere kapatılması, korkunç yoğunlukta ilaçlara ve hatta şiddete maruz bırakılması, kendi gerçekliğinden ve değer sisteminden gitgide uzaklaştırılması ve o kişilere bir “normallik” aşılanmaya çalışılması olabilir.
“Freud, Schreber vakasını tartışırken, deliliği tanımladığını düşündüğümüz özelliklerin –hezeyanlar, halüsinasyonlar vs.- aslında birincil değil, ikincil semptomlar olduğunu söyler. Bunlar deliliği oluşturan öğeler değil, deliliğe verilen yanıtlardır; Bleuler, Jung, Lacan ve Winnicott’un da savunacağı gibi, kendi kendini iyileştirme girişimleridir.”
Deliliğin bu denli kısır bir çıkmaza sokulmasının ve tek bir boyuta indirgenmesinin sorumluluğunu kimlere vereceğimiz elbette tartışılır. Burada kapitalist düzeni, DSM’nin(Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders, Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) sınıflandırma sistemini, “normallik” düşkünlüğünü ve hatta faşizanlığını, ilaç piyasalarını ve bu bağlamda konuşulmayan bazı gizli anlaşmaları sorgulayabiliriz. Ancak bu sorgulama, bizi deliliğin -daha terminolojik bir ifadeyle psikozun- farklı katmanlarına ulaşmaya çalışmaktan ve deliliği çok boyutlu bir olgu olarak düşünmekten alıkoymamalı.
Çok boyut derken neyi kastettiğimi belki bir örnekle somutlaştırmak iyi olabilir. Sessiz sakin bir şekilde işinde gücünde olan, aile hayatını sürdüren, toplumsal sorumluluklarını yerine getiren bir kişiyi düşünelim mesela. Bu kişinin davranışlarında herhangi bir anormallik olmamasına karşın bu kişi gün geliyor, tüm aile üyelerini ve kendisini bir silahla öldürüyor. Böyle bir vaka, deliliğin normal hayatla bağdaşan örnekleri üzerinde düşünmeye itiyor bizleri. Her delilik gürültülü bir şekilde olmayabilir ve gözden kolayca kaçırılabilir. Bu kapsamda “suskun delilik”lere kulak vermenin ve delilik algımızı güncellemenin zamanı gelmedi mi?
Bize bu zamanın çoktan geldiğini oldukça ikna edici bir şekilde ve bir dolu örnek üzerinden ortaya koyan bir kitap var artık; İngiliz psikanalist Darian Leader tarafından kaleme alınan ve Encore yayınlarından çıkan “Delilik Nedir?” kitabı.
Kitabın temel meselelerinden biri ve ilk bölümünü oluşturan, yukarıda da açıklamaya çalıştığım “suskun delilik” ya da beyaz psikoz kavramı üzerine;
“Bir dizi nedenden dolayı, bu tür psikozun yaygınlığının farkına varmak ve yapısı üzerinde çalışmak bugün bilhassa önem taşıyor. Delilik ile fahiş ve tehlikeli davranış arasında kurulan eşitliği zayıflatarak deliliğe vurulan damgayı silme çabalarına yardımcı olabileceği gibi, insanların delirmeden de deli olabileceğini ve gayet normal hayatlar yaşayabileceğini kavradığımız anda, deliliği sahiden infilak etmiş olanlara yardımcı olmak konusunda önemli sonuçlar doğacaktır.”
Peki psikotik özneye, başka bir deyişle delilikle boğuşan bir kişiye nasıl bir yardımdan bahsediliyor olabilir?
Öncelikle kişide görülen dışsal belirtilerin dışında kişinin kendi içsel deneyimine odaklanılması, kişide görülen belirtilerin onun hayatında nasıl bir yer tuttuğuna, bunlara nasıl anlam verdiğine ya da veremediğine, yani kısaca tüm bu belirtilerle kişinin nasıl ilişki kurduğuna odaklanılmasıyla gerçek bir yardımdan söz ediliyor olabilir. Ve bununla beraber psikotik özneyi tedavi edilecek bir nesne değil, dinlenmesi gereken bir insan olarak ele almak, hastanın özgüllüğüne ve hayat hikayesine müdahale etmemek, kişiyi birtakım sınıflandırmalardan, şemalardan ve genellemelerden çekip almak yani o kişinin ruhsallığında neler olup bittiğini “gerçekten” anlamaya çalışmakla mümkün olabilir.
“Psikanalitik yaklaşımın her bir hastanın biricikliği konusunda gösterdiği özen, bireysel hayatların ayrıntısına ve değerine gittikçe daha az yer veren bir toplum içinde yaşadığımız bugünlerde daha da büyük önem taşıyor. Dört bir yanı saran o farklılık ve çeşitliliğe saygı nakaratına rağmen, günümüzde insanlar, çocuk yuvalarından meslek hayatının koridorlarına varıncaya dek, daha önce görülmedik ölçüde bir örnek düşünmeye zorlanıyor. Ruh sağlığı dünyasında bunun yansımasını görüyoruz: tedavi her iki tarafa da sorumluluk yükleyen, işbirliğine dayalı, müşterek bir çalışmadan ziyade, edilgen bir hasta üzerinde uygulanan neredeyse mekanikleşmiş bir teknik olarak anlaşılıyor. Bugün ruh sağlığı hizmetlerinin bir tür tamirhane gibi, insanların en kısa sürede onarılıp işlerine ve -belki ailelerine- geri gönderildiği bir yer olarak görülmesi yönünde artan bir baskı var. ”
Bir sınıflandırma sistemine göre tanı koyup, ilaç yazmaktan kuşkusuz daha “zor”, daha yavaş, daha derin ve insani bir şeyden söz ediliyor kitapta;
“Olağan delilik teorisinin ciddiye alınması, içinde yaşadığımız toplum için köklü sonuçlar doğurur. Deli olmak –günlük hayatla tam bir uyum içinde olabilir- ile delirmek –belli durumlarda tetiklenir- arasında temel bir fark olduğunu kabul ettiğimizde, bireylerin hayatlarını dengelemek için icat ettikleri farklı pratiklere uygun düşer, bazen düşmez. Ama bunların çözüm bulma girişimleri olduğunu fark ettikten sonra, bunları normatif bir inanç ve değer kümesine sokma tasarılarını sorgulayacak hale gelmeyi umabiliriz.”
Delilik Nedir?, çevirmenliğini Barış Engin Aksoy’un yaptığı Lacancı Bakışlar dizisinden çıkan ilk kitap. Kitabın önemli bir özelliği hiç acele etmeden deliliğe yakıştırdığımız tüm kalıpları usul usul yıkıp, yerine bambaşka bir algılayış oturtmamızı sağlaması. Anlatımının akademik ve teknik bir jargondan uzak olması, bol bol vaka örnekleri sunması, psikanaliz tarihinde çığır açan çok önemli vakalardan bahsetmesi de kitabın kuşkusuz en güçlü yanlarından.
Lacancı Bakışlar dizisi, sanattan politika ve felsefeye kadar birçok alanı etkileyen Jacques Lacan’ın psikanaliz kuramını ve kuramın uygulamada yarattığı yenilikleri açık, sistematik ve kapsamlı bir şekilde sunmayı amaçlıyor. Dizinin editörlüğü, aynı zamanda Suret Dergisinin de editörü olan psikiyatrist Özgür Öğütcen tarafından yapılıyor.
Özgür Öğütcen, büyük bir şevkle ve ısrarla Lacancı Psikanaliz üzerine çalışmalar yapan ve bunu son yıllarda çeşitli seminerler, okumalar, eğitimlerle insanlarla paylaşarak bu alanda çalışmak ve düşünmek isteyenlere çok ciddi kapılar açan bir kişi. Psikanaliz alanındaki birtakım dogmalara çok net eleştiriler getirerek, farklı düşünüşlere ve uygulamalara temas etmemizi sağlıyor. Türkiye’de kurulan üçüncü psikanaliz derneği olan Lacancı Forum Türkiye Psikanaliz Derneği’nin de kurucu üyelerinden.
Bu dernek ve çalışmaları sayesinde, Lacan sadece kitaplara sıkışmış, entellektüel bir uğraş, akademik bir metinler bütünü olarak görülmekten çok daha ötelere taşınıyor. Bu noktada derneğe çok önemli katkılar sağlayan Zehra Eryörük'ü de bu yazı vesilesiyle anmak isterim.
Bruce Fink tarafından kaleme alınan “Lacancı Psikanalize Giriş” kitabı da pek yakında Lacancı Bakışlar dizisinden çıkacak ikinci kitap olacak. (TI/HK)