Şu sıralar biraz anı, biyografi, otobiyografi kitapları okumaya ağırlık verdim. Bu tür kitaplar, çoğunlukla anlatı teknikleri ve objektiflik açısından sorunlu kitaplardır. Hele Türkiye koşullarında bu sorun daha da büyür ve bu türden kitapların daha bir mesafeli okunması gerekir. Bunun iktidarlarla, gelenekle, çevre koşullarıyla ve özellikle üçüncü şahısların karşılaşma ihtimali yoğun olan mahalle baskısıyla ilgi yanları bir hayli yüklüdür. Bu yük, yazarının üzerinden satırlara yansır. Her ne kadar böyle olsa da, bu tür kitaplarda dönemin koşullarına ilişkin epeyi bilgiler edinmek mümkün. Bu nedenle böylesi kitapları önemsiyor ve her birinin şu veya bu ölçüde toplumsal hayata dair değerli verilerinden hareketle, günümüzü kavramaya önemli ölçüde katkısı olan yardımcı kaynaklar olarak değerlendiriyorum.
Sabiha Sertel’in 2014 yılında Can Yayınlarından çıkan “Roman Gibi” anı kitabını biraz geç kalmış olsam da, yeni okudum. Sabiha Sertel’in erken Cumhuriyet dönemi ve İkinci Dünya Savaşı koşuları anlatısı, epeyi veriler içeriyor. Dönemsel bir Türkiye panoraması diyebiliriz. Elbette kendi bakış açısı, anılarının öznelliğini oluştursa da, bu örgü içerisinde toplumsal hayata ve siyasasına dair bir nesnellik de görülüyor.
Roman Gibi, çoğunlukla muhaliflerin mahkemeler, cezaevleri, sansür, işsizlik gibi birçok yöntemlerle nasıl sürüm sürüm süründürüldüğünün bir anlatısı. Bir yazı, bir şiir yüzünden onlarca yıl cezalara çarptırılmalar, İstiklal Mahkemeleri, keyfi uygulamalar, sansür vs. Nazım Hikmet’e bir hiç yüzünden 28 yıl hapis cezası verilmesi. Daha birçok sol ve hatta liberal kişileri yalnızca yazıları yüzünden hapislere atmalar… Hele Tan Matbaasının CHP’nin teşvik ve öncülüğünde basılarak paramparça edilmesi hikâyesi iç burkucu. Sertellerin siyasal görüşü Atatürk çizgisini ve ek olarak da bir burjuva demokratik devrimini savunmaktan ibaret. Buna rağmen iktidarın zulümlerinden kurtulamıyorlar.
Erken Cumhuriyet dönemi, İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanlarla ilişkiler, Türkiye’deki Turancıların açıkça Hitler hayranlıkları ve ırkçı Turan hayalleri, Almanya’nın yenilmesine doğru CHP iktidarının ABD’ye yaranmak için Turancıları tutuklaması, kısa bir süre sonra yine ABD’ye yaranmak için solcuların tutuklanması, çok partili yaşama geçiş, iktidarın ve bürokratik keyfiyetin ne demek olduğu ve Türkiye’nin siyasal, hukuki düzenini anlamak için Sabiha Sertel’in bu kitabı mutlaka okunmalı.
Tarih tekerrürden ibaret değil ama…
Tarih tekerrür etmez ama benzeşen olaylarla doludur. Her bir olayın ortaya çıkış koşulları ve kendi içindeki dinamikleri farklı olmakla birlikte benzer nedenler ve sonuçlar içerdiği de bir gerçektir. Kitaptan alıntılayacağım olay ile AKP’nin 2002’lerden 2010’lara kadar kimi sol ve liberal çevrelerden destek görmesi konusunun benzeşmesi, beni bu yazıyı yazmaya sevk etti.
Öncelikle kitapta rastladığım şu cümleyi alıntılamalıyım; çünkü bugünün siyaset ve medya dünyasını nitelendirmek açısından son derece çarpıcı, isabetli ve etkileyici. Şair Süleyman Nazif, Doktor Abdullah Cevdet hakkında şöyle demiş: “Silmiş yüzünden hayâyı, dest-i hilkat tırnaklarıyla”. (Syf. 248) Türkiye’de sorun salt siyasi farklılıklardan ibaret değil ki bu kötü bir durum değil. Kötü olan, siyaset yapma biçimleri ve vicdansızlığın, hayâsızlığın, utanmazlığın, riyanın tavan yapmasıdır. Bu toplumsal moral duruma elbette egemen siyaset yol açmakla birlikte, bu moral durum da siyasete yansıyarak karşılıklı dejenerasyonu tetiklemekte.
Konuya dönecek olursak…
AKP’nin neredeyse 10 yıl boyunca kimi sol, liberal, demokrat vb. çevrelerden destek görmesinin bir örneğini, 1946’lı yıllardan itibaren bir süre Bayar-Menderes (Demokrat Parti) çevresine dönemin solcu, liberal vb kesimlerinin verdiği destekte görüyoruz. 1968 yılında kitabını yazan Sabiha Sertel bu durumu, Demokrat Parti iktidarının ilerleyen yıllarında otoriterleşmesine rağmen, tüm samimiyetiyle ifade ediyor.
Sertel şöyle anlatıyor: “Celal Bayar mebusluktan istifa ettikten, Halk Partisi’yle ilgisini kestikten sonra yeni bir parti kurmak için faaliyete geçti… İşte o tarihlerde bir gün Tevfik Rüştü Aras’la beraber Moda’daki evimize geldiler… Bana bir dergi çıkarmak niyetinde olduklarını, bu derginin benim tarafımdan çıkarılmasını istediklerini söylediler. ‘Sermayesini de vermeye hazırız’ dediler.” (Syf. 254)
Zekeriya ve Sabiha Sertel, parayı reddediyorlar ama dergi çıkarmayı kabul ediyorlar. Ancak bu çevrenin de dergiye yazı vermesini istiyorlar ve bunlar da söz veriyorlar. Sonra da dergiye yazı vermiyorlar vs.
Aralık 1945 yılında tek sayı olarak yayınlanan “Görüşler” dergisinin kapağında ayrıca “mecmuaya yazı yardımlarını vadedenler” listesinde Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün adları ve fotoğrafları yer alır.
Peki, diğer yazarlar kimler?
Sıkı durun; derginin sahibi Zekeriya Sertel, başyazarı Sabiha Sertel. Yazarları Cami Baykut, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Boratav, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Adnan Cemgil, Esat Adil Müstecaplıoğlu.
Bütün bu yazarlar tek parti muhalifi ve solcular. Dönemin solcuları 1945’lerden neredeyse 1955’lere kadar, 10 yıl boyunca Demokrat Parti’yi destekliyorlar! AKP de, bir 10 yıllık destek gördü!
Sertel’den Belge’ye istasyon metaforu
Cami Baykut, Sabiha Sertel’e Adnan ve Halide Edip Adıvar ile görüş, onlardan da yazı iste diyor. Sertel, Halide Hanım’a gidiyor. Durumu anlatıyor. Halide Hanım, tek parti diktasından çok çektik ve bunun yıkılması gerektiğini ve demokratik bir rejimin kurulmasından yana olduğunu belirterek ekliyor, “Fakat Celal Bayar iktidara gelirse onun da bu hürriyetleri vereceğine inanmıyorum” diyerek derginin ilk sayısını görüp ona göre ikinci sayısından itibaren yazı verebileceğini söylüyor. (Syf. 272)
Sertel, Halide Edip Adıvar’a “Aynı sistemi el ele, yan yana yürüten adamların (Bayar ve ekibinin CHP içinden çıktıklarını ifade ediyor. yn.) birdenbire demokrat olduklarına, memlekete demokratik bir rejim getireceklerine ben de inanmıyorum. Ancak Celal Bayar grubu, bugün tek parti sisteminin yıkılması, antidemokratik kanunların değiştirilmesi iddiasıyla yola çıkıyorlar. Hangi istasyona kadar beraber gidebilirsek kardır. (abç). Bu sebeple gerçek demokrasi kurulmasını isteyen kuvvetleri birleştirmeliyiz.” (Syf 272) diyerek cevap veriyor.
Sertel, Bayar ekibine ilişkin olarak memlekete demokratik bir rejim getireceklerine inanmasa da, “Hangi istasyona kadar beraber gidebilirsek kardır” vurucu cümlesiyle görüşünü ifade ediyor.
Bu cümledeki politik dilin tarihin birçok döneminde birçok kez tekrar edildiğini, beraber bir noktaya kadar yürünebileceği üzerine ittifakların veya güç birliklerinin inşa edildiğini biliyoruz. Yine tarih, tarafların bu türden ilişkilerinin kimi zaman amacına ulaştığının, çoğu zaman da, güçlü tarafın diğerini varılması tasarlanan noktadan önce boğduğunun örnekleriyle dolu.
1945’lerin solcuları, demokratları, liberalleri Bayar-Menderes çevresini destekliyor. 1955’lerden itibaren ise Bayar-Menderes iktidarı, otoriterleşme inşasına hız vererek muhalefeti biçiyor, solcuları hapislere tıkıyor, 1955 6-7 Eylül olaylarını tezgâhlıyor, Vatan Cephesi adı altında toplumda düşmanlık yaratacak örgütlenmelere gidiyor vb.
Sabiha Sertel, Bayar-Menderes grubunu destekleme görüşünü yol ve istasyon metaforuyla izah ediyor. Sertel “Hangi istasyona kadar beraber gidebilirsek kardır” sözünü 1945 yılında söylemiş. Şimdi yazımın vurucu kısmına geliyorum. Yanılmıyorsam Murat Belge (ki, saygı duyduğum değerli entelektüellerden biridir) gerek AKP iktidarına verdiği marjlı desteği ve 2010 Anayasa referandumu için “Yetmez ama evet” çevresinin görüşünü yine bir yol metaforuyla izah etmişti. Hatırladığım kadarıyla Belge şöyle yazmıştı: ‘Ben Ankara’ya gitmeyi hedefledim. AKP iktidarı da Ankara’ya gideceğim diyor, ama Bolu’ya kadar gidiyor. Bolu’da beni terk edeceğini bildiğim AKP iktidarıyla birlikte Bolu’ya kadar yolculuk yapmamın ne sakıncası olabilir?"
Somut duruma göre bu bir akıl yürütmeydi ve bunun başarılı olması, bu mantığı kuranlara bağlı değildi. Birlikte yürünen yolun uzunluğu ölçülebilir bir durumdur, ama o mesafenin siyasal sonuçlarının aynı uzunluğa/etkiye eşit olmayabileceği gerçeğini de es geçmemek gerekiyordu! Bir süre sonra bu farkındalığa varıldı! Özellikle belirtmeliyim ki, ortaya çıkan sonuca rağmen, ulusalcı çevrelerin bu kesime yönelttikleri eleştirileri siyasal içeriği anlamında haklı görmüyorum.
Sertel’in anılarında tek parti diktasına karşı 1945’li yıllarda DP çevresini destekleme anlayışıyla, 2000’lerin başında asker-bürokrat vesayet rejimine karşı AKP iktidarını destekleme anlayışının örtüşmesi ve destekten kısa bir süre sonra gerek DP iktidarının, gerekse AKP iktidarının giderek hegemonik ve baskıcı bir güç haline gelmesi bir rastlantı değil. Kendimde dâhil olmak üzere bu çevrelerin vesayet rejimine karşı AKP’ye sınırlı bir destek sunmasının hezimetle sonuçlanmasını siyasal saflık, körlük veya bir iyi niyet yanılgısı olarak görmüyorum. Sorun, iktidar olgusunun Türkiye rejimindeki niteliğinde bulunuyor! Demokrasi vaazcıları iktidara geldiklerinde, iktidarın sunduğu her türlü nimetin ve güç edinmenin kazanımları elde edince sistemle uzlaşarak kendi iktidarlarını daim kılmaya çalışıyorlar. İktidarlar demokrasiyi, iktisadi, siyasi ve ideolojik çıkarları önündeki engel olarak görüyorlar.
Neden?
Çünkü Türkiye’deki sistem, kamu kaynaklarının talanına son derece uygun bir yapıya sahip! Sorun partiler meselesinden daha ötede ve derinde. Bürokrasi / siyasetçi / işadamı sacayağı, bu sistemin omurgasını oluşturmakta. Evet, bu ülkede kapitalizme benzemeyen bir kapitalizm var, ama bunun burjuva hukuku yok! Hele bir de buna kimliklerin politikleşmesi eklenince; faşizm için neredeyse hemen her dönem için uygun bir zemin oluşturulmuş durumda.
Bütün bunların bir sonucu olarak 1945’lerde CHP diktasına karşı Bayar ekibine destek veren solcular, liberaller bizatihi Bayar-Menderes iktidarı tarafından ezilmişlerse; aynen vesayet rejimi karşısında AKP’ye sınırlı da olsa destek veren kesimler yine AKP iktidarı tarafından ezilmekte!
Şaşırmalı mıyız?
Hayır!
Sisifos gibi kayayı taşımaya devam! (HŞ/HK)