Tutsaklık günlerimde dışarıya özlem duyduğum zamanlarda, Ezginin Günlüğü’nden “Hani bir dışarda olsam, hep yürürüm” şarkısının nakaratı dilime takılırdı ve hiç bir engelle karşılaşmadan yürümek isteği dizelere eşlik ederdi.
Yürümenin böylesine uzun ve bu tarzda olanını doğa yürüyüşçülerine ve dağcılara ait bir dal olduğunu biliyordum.
Ta ki, Akocan Santiago yolunu birlikte yürümek üzere yaptığı planını bir mektupta paylaşıncaya kadar...
Her bilinmeyen insanda hem merak, hem de kaygı, zaman zaman korku uyandırırmış ya!
Bizde de öyle oldu...
Akocan’la emin olduğumuz tek şey yol boyunca birbirimizi tanıma fırsatını yakalayacak olmamızdı.
Bir de, doğayla başbaşa, sayısız kentten, kasaba ve köyden geçerek hayatımız boyunca hayal bile edemeyeceğimiz değişik güzelliklerle karşılaşacağımızdı.
Yolculuğun ilk günü ve o akşam kaldığımız albergede değişik uluslardan yol arkadaşlarıyla tanışsak da, bir ay boyunca insan ilişkilerinin nasıl olacağı, karşılaşacağımız insanların hikayelerinin ne kadar zengin ve ilginç olacağına dair ne düşünmüş, ne de plan yapmıştım...
Yola çıkarken bilgisayarımı yanıma alma fikrinden ağırlık yapacağı için çabuk vazgeçmiş olsam da, yanıma aldığım defterlere yol yazıları yazma planım, daha ilk gün sekteye uğrayınca, sonraki günlerde de, yazmak için hiç istekli olmadım.
Defterin kapağını bile açmadan gerisin geri getirdim.
Ancak yol boyunca çok farklı arkadaşlarla karşılaşıp, değişik insan öykülerine dokununca, İngilizce bilmiyor olmamama hakikaten çok hayıflandım.
Sık sık Akocan’dan tercümanlık yapmasını istedim; sağolsun o da beni hiç kırmadığı gibi, zaman zaman kendisinin temas ettiği öyküleri benimle paylaştı.
Arada bir Hollandalı yol arkadaşlarına rastladığımda ise, bir başkasıyla tercümansız konuşmanın keyfini çıkardım.
84 yaşında bir delikanlı Lerry...
Lerry’le St-Jean-Pied-de-Port’a gelirken trende karşılaşmıştık.
Trende ağırlıklı olarak sırt çantalarıyla genç kadın ve erkeklerin yanında yaşlı birinin neşeli hali, hayatla dalga geçen bir havada olması, dikkatleri üzerine toplamaya fazlasıyla yetmişti.
Trenden inip, kayıt merkezine doğru yokuş yukarı çıkarken, Lerry’in de bu yolu yürümek üzere Amerika’dan geldiğini öğrendik.
Lerry 84 yaşındaydı ve bize göre böyle bir yolculuk için çok yaşlıydı.
Fakat bir kaç gün sonra Lerry’in yürüyüş sopalarına dayanarak bizi solladığını görünce, yargımızın yanlışlığının da farkına varmıştık.
Lerry değişik zamanlarda Santiago’ya yolunu yürüyen arkadaşlarından bu yolculuğa dair anlatımlar dinlemiş.
Bu dünyadan göçüp gitmeden de, Santiago yolunu yürümeye karar vermiş.
Yol boyunca karşılaştığımız konaklama yerlerinde Lerry’le sohbetlerimiz derinleştikçe, Lerry’in böyle bir yolculuğa çıkmasındaki nedenlerden birinin de hissettiği yalnızlık olduğu fikrine ulaştım.
Eşiyle böyle bir yolculuğa çıkmamasının nedenini de, eşinin fiziksel olarak öyle bir yolculuğu kaldırabilecek durumda olmamasıydı.
Biri evlatlık, üç çocuğu varmış.
Anlattıklarından çıkardığım kadarıyla, aile ilişkileri öyle bizdeki gibi sıcak ve yakın değil.
Yılın belli günlerinde yapılan ziyaretlerle sınırlı bir paylaşım hakim olunca aile ilişkilerine; emekliye ayrılmış, aktif bir yaşamı olmayan biri için hayat gerçekten monotonlaşıyor.
Ancak hemen belirtmeliyim ki, buralarda yaşlanan insanlar eğer çok büyük sağlık sorunları yoksa, hayatlarının kış mevsimini öyle ev içinde oturarak geçirmiyorlar.
Maddi koşulları elverdiği oranda başka ülkelere, kentlere gitmeyi, yeni yerler görmeyi oldukça önemsiyorlar.
Lerry emekli olmadan önce bir şirketi varmış.
Dışardan bakan herkeste, ortalamanın üzerinde bir yaşam standartına sahip olduğu fikrini uyandırıyor.
Uzun bacaklarıyla, yürüyüş sopalarına abanıp, yampiri-yampiri yürümesini yengeçe benzettiğim için, ona yürüyüşün ilk gününde “yengeç Lerry” adını takmıştım.
Daha sonraki günlerde ise, her karşılaştığımızda bu ismin ona çok yakıştığı sonucuna ulaştık Akocanla...
Yürüyüşümüzün altıncı günü Los Argos’ta Lerry’in cüzdanını çaldırdığını duyunca çok üzülmüştük haline...
Biz telaş içerisinde Lerry’e nasıl yardım ederiz diye düşünürken, Fransız arkadaşın dikkatli araması sonucu cüzdan çantanın başka bir bölmesinden çıkınca, hem çok sevinmiş, hem de Lerry’le ilişkimiz biraz daha yakınlaşmıştı.
Bir kilise albergesinde topluca yemek yediğimiz gün, Lerry’in o yaşlı haliyle mutfağı, tuvaletleri ve banyoyu titizlikle temizlediğini görünce çok şaşırmıştım.
Yol boyunca değişik zamanlarda Lerry’le her karşılaştığımızda onun uçarı, hayatla dalga geçen hali hoşumuza gitmişti.
En son Santiago’dan ayrılacağı gün bir hatıra fotoğrafı çektirerek, bir daha hiç karşılaşmayacağımız bu yol arkadaşıyla vedalaşsak da, hala Akocan’la sık sık Lerry ve diğer yol arkadaşlarımızın kulaklarını çınlatıyoruz...
Elodi’yi terketmeyen hüzün...
Yürüyüşümüzün altıncı günü Viana’ya girdiğimizde kahvelerin önüne konulmuş masalarda kadınlı erkekli kent sakinlerini görünce, o gün tatil olduğunu da öğrenmiş olduk.
Hemen şehrin merkezindeki albergeye yerleştik.
Aşağı indiğimizde bir de baktık ki, neredeyse yol boyunca tanıdığımız yol arkadaşlarımızın hepsi aynı albergeye yerleşmişlerdi.
Bazıları ise biraz ilerideki kilisenin albergesindeydiler.
İtalyan yol arkadaşımız Markos, akşam yemeğini kendisinin pişireceğini söylemiş ve bizim de akşam 19.00’da albergede olmamızı istemişti.
Markos, evliliklerinin 30. yılını kutlamak için bu yolculuğa çıkan Kanadalı çift Mike ve Elodie, Alman-Japon asıllı Danimarka’da öğrenci olan Chris, Finlandiya’dan Ester, şu an ismini hatırlayamadığım bir Fransız arkadaş ve yine yol boyunca karşılaştığımız İspanya’dan, Hollanda’dan arkadaşlarla yemek yedik.
Bu grupta Kanadalı çift Markos ve Chris’le öyle bir ilişki kurmuşlardı ki, sanki onların anne ve babasıymış gibiydiler...
Her ikisi de çok sevecendi.
Ancak Mike dışa dönük, çok neşeli biriyken, eşi Elodie daha içine kapanık, en neşeli olduğu zamanlarda bile peşini hiç bırakmayan gözlerine yerleşmiş hüzün hep buradayım der gibiydi...
Aslında zaman zaman neşeli haliyle Mike’de de sırrını çözemediğimiz derin bir hüzün olduğunu düşündük...
Zaman zaman Akocan’la bu iki güzel insandaki hüznün nedenlerini çözmeye çalışak da, hiç bir şeyden emin olamadık.
Neredeyse uzun süre aynı albergelerde konakladık, yol boyunca zaman zaman biz onları geçtik, bazen onlar bizi geçse de, ulaştığımız konaklama yerlerinde yollarımız hep kesişti...
Yolarkadaşlarıyla abimin 40 yemeği
Bir gün Akocan’la yürürken söz yine dönüp dolaştı ve abime geldi...
Yol üzerinde taşların, kağıtların üzerine yazılmış notları görünce, bir not da biz bırakmak istedik...
Taşa yazma isteğimizi uygun kalem olmadığı için gerçekleştiremeyince, bir kağıda yazıp, taşla tutturduk.
İki gün sonra abimi yitirmemizin kırkıncı günüydü; hemen oracıkta Akocanla yol arkadaşlarımıza abim için kırk yemeği verme planı yaptık.
Ve o gün akşam yol arkadaşlarımıza abimi anlatıp, kırkıncı gün yemeğinin geleneksel bir şey olduğunu, Najera’da buluşma ve akşam yemeği yeme planımızı paylaştık.
Bir köprüden geçerek ulaştığımız Najera, gerçekten çok güzel bir yerdi.
Arkadaşlarımızın yerleştiği albergenin mutfağı olmadığı için, mutfağı olan kilisenin albergesine yerleştik Akocanla.
Önce albergenin önünde Akocan ve gezgin müzisyen minik bir konser verdiler.
O gün söylenen her şarkı, gitarın tellerinden dökülen her nota abim içindi...
Abim hayatı boyunca içkiyle hep mesafeli olsa da, o akşam kadehler doktorum civanım için kaldırıldı.
Bir ara masadaki topluluktan koptuğumda, bir kez daha acı gerçekle yüz yüze geldim.
Bir daha abimi saz çalarken, türkü söylerken göremeyecektim, ona dokunamayacak, onunla karşılıklı oturup dertleşemeyecektim...
Bizim kültürümüzün çok uzağındaki yol arkadaşlarımın hassasiyeti, sevgi dolu tesellileri ise hayatım boyunca unutamayacağım bir başka güzellik olarak hafızama kaydoldu...
Akşam için yemek hazırlarken, mutfakta kendileri için yemek hazırlayan Kanadalı genç bir kadınla tanıştık.
Akocan’ın yardımıyla öğrendim bu genç kadının 4 aylık hamile olduğunu ve eşiyle birlikte Santiago’ya yürüdüklerini.
O dağları nasıl aştığını, bebek için tehlikeli olup olmadığını merakla sorduğumda; arada kaldıkları albergelerde hamile olduğunu ve bir kaç günlük molaya ihtiyaç duyduğunu belirterek yürüdüklerini söyledi.
Bu güzel anne adayıyla yol boyunca bir daha hiç karşılaşmadık.
Dünyanın sonu dedikleri Fisterra’dan dönerken karşılaştığımızda, kendisinin de, bebeğin de çok iyi olduğunu söyledi gülümseyerek.
Yeni Zelanda’dan üç kuşak bir arada...
Zorlu bir patika yolu tırmanırken, sırt çantasını yüklenmiş, bebek arabasını süren genç anneyi görünce çok şaşırmıştım.
Akocan aracılığıyla hemen sormaya başladım...
Yeni Zellanda’dadan gelmişler.
Ayrıca pusetteki iki yaşındaki küçük kızının bir de 4 yaşında ablası varmış.
Abla babasıyla, kız kardeş ise annesiyle yürüyor hergün.
Arada bir önden giden babanın verdiği uzun molalarda buluşuyorlar.
Molanın birinde 72 ve 75 yaşındaki yaşlı çiftin anneanne ve dede olduğunu öğrenince, şaşkınlığımız biraz daha arttı.
Üç kuşak birarada taa Yeni Zelanda’dan gelmişler ve onlar da Fransa’dan, St-Jean-Pied-de-Port’tan yürümeye başlamışlardı.
O dağ yollarında pusetle birlikte yürümenin zorluğunun yanı sıra, ihtiyaçların giderilmesi de hayli zor görünüyordu.
Ufaklıkların karnını doyurmak anne ve babanın işiydi, lakin her gün altı kişinin çamaşırlarını yıkamak babanın payına düşmüştü.
Birinde biz çamaşır makinesinin hangi katta olduğunu ararken, genç kadın “bizim çamaşır makinemiz burda, isterseniz siz de kullanabilirsiniz” diyerek eşini gösterdi.
Neşeli, uyumlu, huzurlu bir aile...
Sık sık yollarımız kesişti bu güzel aileyle.
Ufaklıkların mola yerlerindeki halleri, yol boyunca hiç sorun çıkarmadan pusetlerinden etrafı seyretmeleri görülmeye değerdi.
Her akşam iki ranzayı birleştirerek büyüklerden birinin okuduğu masalları dinlemeden uyumaları ise bir başka güzellikti...
Bu hafta galiba çok uzattım... Haftaya engelli arabasıyla yürüyen bir anne ve hayallerini yitiren Suzi’nin öyküsüyle devam edeceğim.
2017’nin dünya halklarına barış, özgürlük, eşitlik getirmesi dileğiyle iyi seneler diliyorum... (FE/AS)