Dün sordum, ağlamak nedir dedim kendime.
Bir zamanlar, acılar belki biraz daha azken, anlamak demekti ağlamak benim için... Bizim topraklarımızda, acıların biraz daha az olduğu zamanlar var mı bilmiyorum ama benim hayatımda sanki acıların daha az biriktiği zamanlar vardı. Bir zamanlar.
Pek çoğumuz gibi benim de canım yandı zaman zaman ve ağladım canım yanınca.
Bir de yine pek çoğumuz gibi, ben de hep, başkalarının acılarında da ağladım. Zaten ben hep, kimin acısını anlasam, ağladım. Eskiden, bu gezegen üzerinde geçirdiğim vakit biraz daha azken, hadi canım söyleyelim gitsin, bu günümden daha gençken, göstermezdim pek gözyaşımı. Gençken öyle oluyor insan. Az ağlamayı çok dayanıklılık biliyor. Kim bilir, belki gerçekten de öyle zaten.
Gizli gizli ağlardım işte o zamanlar. Çünkü ağlamamak dayanıklılık demekti, zalime gözyaşını göstermemek gerekti. İşte ben de gizli ağlardım o zamanlar.
Sonra yaşlarımız yıllarla birlikte hep arttı. İlk gençlik yılları çoktan geride kaldı. Ben de yıllarla birlikte, ağlamakla barışmaya başladım. Hissedip de hissetmemiş gibi yapmaya çalışmanın, hissettiğini yaşamamanın zorluğunun, pek de rasyonel bir karşılığı olmadığını düşünmeye başladım. Hissetmek, üzülmek, ağlamak, sarılmak, bunların hepsi öfkelenmek kadar haktı insan için.
Hele Mardin'de yaşadığım 11 sene boyunca, bir türlü Kürtçe öğrenemeyip aynı dili de konuşamadıkça, ortak tek dilimiz gözümüzden dökülen yaşımız oldu acılı kadınlarla. Erkekler pek ağlamaz ya, o kısım hala öyle. Ama biliyor musunuz, Mardin'de o kadar çok erkek arkadaşımla beraber gözyaşı döktük ki seneler boyunca...
Sayısız gözaltı, sayısız tutuklama, sayısız mahpusluk. Sayısız taziye, sayısız katliam, sayısız mezar başı. Sayısız bodrum, sayısız evlat, sayısız yeğen. Sayısız adli tıp, sınır boyu, duvar. Sayısız eylem, miting, basın açıklaması.
Bütün kadınlar, bir yandan zılgıt çeker bir yandan gözyaşı döker. Bir yandan da yanık yanık ağıt yakar "bilinmeyen" dillerde. O dilleri bilmezsin belki ama, hep söylendiği gibidir hakikat, o ağıtların anlattığına ağlamaman, mümkün kabilinden değildir.
Geçen seneydi, Amed'e 1915'in 100. yıl anmalarına katılmak için gittim. Kızım Deniz nereye gidiyorsun anne dediğinde "Özür dilemeye kızım" demiştim. Deniz’im kimden ve ne için özür dileyeceğimi sordu haliyle. O zaman 8 yaşında bir masum, nasıl anlatırsınız... Dedim ki "Bundan 100 sene önce, büyük büyük dedelerimiz, başka bazı dedeleri öldürmüşler". Haliyle niye diye sordu çocuk, hadi bakalım buna ne cevap vereceğiz. Mardin'in tarihi boyunca taşınmaz mülkiyet devirleri ortada; en doğru, en kısa ve çocuğa en açıklayıcı olabilecek yanıt olarak düşündüğüm şekliyle dedim ki "Onların mallarını alabilmek için". "Tamam annecim iyi yolculuklar" diyerek beni öpüp uyumaya devam etti.
Sonra ben, Amed'in Sur içinde Surp Sarkis Kilisesi kalıntılarında, "Sarı Gelin" diye bildiğim Ermenice türküde, ellerimizde unutma beni çiçeklerinden dövizlerle, hiç tanımadığım ve bir daha hiç göremeyeceğim insanlarla sarmaş dolaş gözyaşı döküyordum. Anma boyunca kimseyle hiçbir şey konuşamadım. Etrafımdaki acıyı hissettikçe, kelimeler boğazımda büyüyordu sanki. Baştan sona ağladığım dinletiden ayrılırken, boynumdaki kolyeyi çıkarıp az önce yanımda bana sarılıp ağlayan Ermeni ablanın avucuna koyarken sadece şunu diyebildim "ben meleklere zaten inanmıyorum ama sizin melekleriniz atalarınızı koruyamamış, belki bu kolyedeki melek sizin korur".
Amed yüzüncü yıl anmasını aslında bir yazıda tek başına anlatmak istiyorum. Nisanda ne çok istedim yazabilmeyi. Olmuyor ki. Yazdıklarımız, yazamadıklarımızın yanında sanki bir virgülden ibaret. Ne başı var, ne sonu. Yazabildiğimiz yazılar, arada kalmış, dahası arafta kalmış sözcüklerimizin toplamı sanki. Arada bir isyan edip zihnimizden taşan ve satırlara akan.
Akan demişken, gözyaşlarımıza dönelim mi. 11 senelik Mardin yaşantımda sayısız ağladım. Kime değsen ağlarsın, kime değsen yanarsın oralarda. Oralarda yaşayan Kürdün, Süryaninin, Ermenin asla bitmeyen bir yangını vardır, dinleyen herkesi de yakan. Velev ki dinleyeseniz. Anlarsınız ya dinlediğinizde, işte o vakit ağlarsınız da.
Bir şey oldu ama son aylarda. Suruç'tan beri mi, Eylülden beri mi, bir vakitten beri mi. Bir şey oldu fakat.
Biz uzun zamandır güldüğümüzden utanırdık ya hani. Alışılmış bir şeydi bizim için her katliamdan sonra uzun zaman alan "normalleşme" süreçleri. Güldüğüne, uyuduğuna, çocuğuna sarılıp kokladığına, yediğine, içtiğine utandırdılar ya hani bizi. Biz bunu uzun zamandır biliyoruz ya hani. Ama bir şey daha oldu...
Bizi, ağladığımızdan utandırdılar. Aylardır olan biten karşısındaki çaresizliğimden nefes almayı da geçtiğim bu günlerde, gülmekten gezmekten utanmayı çoktan geçtim, ben artık gözyaşımdan utanır oldum. Ben artık, ağlamaktan utanır oldum.
Hayko Bağdat'ın “Tek Kişilik Bişe’yini izledim İzmir'de. Adam anlatıyor. Hakikaten anlatıyor. Öyle derin ki anlattıkları. Öyle hayata yediriyor ki acılarını. Hep beraber gülüyoruz. Ve hep beraber ağlıyoruz. Olay yeri kalabalık olmalı dediğinde, öyle içten biliyorum ki ne dediğini.
Sarsıla sarsıla ağlarken, ödüm kopuyor etrafımdakiler bana bakacak da ağladığımı görecek diye. Bir kuytuya gidip akmasını engelleyemediğim kadarını döktükten sonra yaşımın, kitap imzalatmak için yanına gidiyorum Hayko Bağdat'ın. İki kitap var, birisi bana. Ama birisini "Şuan Nusaybin'de olan arkadaşım için" diye uzatıyorum arkadaşımın ismini söyleyerek. "Cerencim, tek bildiğimizdir direnmek. Selam olsun" diye imzalıyor. Teşekkür etmek için elimi uzattığımda, özür dilerken buluyorum kendimi. Hayko ise bakıyor sadece yüzüme ve kocaman sarılıyor tokalaşmayı bırakıp. (ÖDM/HK)