Belma Fırat, sistemin dayattığı normlarla başı dertte olanları ele aldığı ilk öykü kitabı Alışın Buradayız’dan sonra direnmekte ısrar edenlerin ölümle sınandığı ikinci kitabı Kuyuda ile yine öyküseverlerle birlikte. Bakmayın öyküseverler dediğimize, edebiyatın hangi türünü severseniz sevin, Kuyuda tüm okurları çekebilecek denli derin…
Kuyuda; Kıssa, Barışın Filmi, Ü-ret-me-den, Duvar, Never Land, Koşulsuz Buyruk, Zindan, Kadınca, Avatar, Örümcek, Dile Benden Ne Dilersen, Ve Her Kim, Son Nefeste ve Öykü adlı “uzun” öykülerin yer aldığı yoğun bir kitap. Okuru ile buluşmayı bekleyen her öykünün bir derdi var ve edebi mekândaki bu randevu, okurun eşiğine hakikatlerden süzülen acı bir tortu bırakıyor olanca ağırlığıyla. Umut mu? Öykülerin tümünün derdi de bu zaten.
Kuyu’nun çocukları
“Hazine avcıları kuyuları sever. Tefeciler için altın, eşkıya için silah, âşıklar için şarkı, ispiyoncu için sır, katiller için ceset… Âlim için ilim, filozof için hakikat, şair için şiir, müellif için söz…”
Kuyu; anlamın kendisini sorgulayan bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan anlatılmayanın, görülmeyenin, duyulmayanın en dibe mahkûm edildiği; diğer taraftan da hakikatin bir türlü bastırılamadığı, içinde ebediyen muhafaza edilemediği, bir mekân olarak tasarlanıyor.
Yanmayanın ateşi anlatmasının imkânsızlığı gibi, yazar kâh kuyunun başında hakikatleri kuyuya bağırırken, kâh kendini kuyuya atarken, hep sonsuzluğa baki kalan ve kalacak sözcüklerin arayışıyla konuşuyor. Kâh susan kelimeleri bulup çıkarıyor kuyudan, kâh konuşmayı “sözcük israfı” sayıp kuyunun dilinde susuyor. Kuyunun dışından konuşuyor, yetinmiyor, kuyunun dibinden sesleniyor. Net olan bir şey var; yazar bu metni yazarken kesinlikle kendini kuyuya atmış olmalı. Tam bu noktada anlıyoruz ki; edebi mekânda “öteki” olanın parçaladığı o karanlık da kuyuda. Ve yazarın karanlıkla bir derdi var. Öyle ya, ölü çocukların ülkesi burası. Ölü çocuklar dile gelmezler mi? Gelirler. Gömülü oldukları kireç kuyularından çıkıp hikâyelerini dört bir yana savururlar. Kendi kelimeleriyle...
Diğer taraftan Belma Fırat’ın öykülerinde çocuklar, “ölmek” fiilinin aksine ebedi bir sonsuzluk döngüsü içinde yaşarlar. Kıssa’nın da dediği gibi, “Bu çocuğu tanrılar almamıştır… bu böyle bilinsin.” Yeniden doğmak üzere yaşamın bağrına gönderilir, elinde bilyeleri ile ölüm yolunda ilerlerken çocuk. "Çocuk"; çünkü adının ne olduğunun da bir önemi yoktur. Daha fazla kâr, rant tutkusuyla, iktidarda kalmak uğruna talan edilmiş bir ülkenin bedeli, tanrıları bile utandırır. Suruç’ta yitirdiklerimiz gibi; kendi bahçelerinde yeniden tohuma durur nice Polen…
Belma Fırat, öykülerinde; sistemin dayattığı normlara zorla uyum sağlatılarak, bir nevi bireyleştirme işkencesine tâbi tutulan çocukların, büyürken nasıl da kendilerine ve gerçeklere yabancılaştığının altını çiziyor. Çocuk kalmak ya da yetişkin olmak arasında bir tercih yapmak zorunlu değil yazara göre. Çocukluk, tüketmeden iyiyi, güzeli, geleceği hayal etmektir. Büyüdükçe kirlettiğimiz dünyayı anlamak için belki bir çocuğun ya da kendi çocukluğumuzun dünyasına bir davet aldık diyelim Kuyu'dan.
Kuyu’nun “öteki”leri
Kuyuda, büyük resmin parçası olmak yerine “öteki” kalmak gerektiğine naif ama güçlü bir vurgu yapıyor. Toplumsal “doğru” adı altında kendine sunulanla bir uzlaşma derdi yok. “Öteki” kendinden emin ve var bir bildiği. Deli olmak tam da bu noktada bir anlam buluyor. Çünkü "normal" kabul edilen değil mi eninde sonunda otorite haline gelerek her geçen gün daha da çirkinleşen.
Aslında hepimiz, iktidarın; söylem, kurum ve yaptırımları aracılığı ile kurguladığı bu çirkinleşen yaşamın bir parçasıyız - ya da Son Nefeste isimli öykünün meta-kurmaca dünyasında belirtildiği gibi - onun sultası altındayız. Tam da bu noktada dilleri yok edilen kadın, erkek ve hatta edebi mekândaki kurmaca karakterlerin kendilerini bulma hikâyesini anlatıyor Belma Fırat. Ve bunu yaparken kadınca bir dokunuşu eksik etmiyor.
Dünyanın hangi köşesinde olursanız olun kadına yönelik şiddet karşısında kadınların o en derinlerinde hissettikleri kadim bilgi, Kadınca öyküsünde sesini duyuruyor okura… “Hep Tanrı’ya yakarırsa uyanmaz ki Tanrıça”. Kadına yönelik şiddetin can alıcı boyutlara ulaştığı ve her gün yeni bir kadın cinayeti haberiyle sarsıldığımız şu günlerde kadınların anlatıldığı ve kadınların biraradalığını vurgulayan hikâyelere ne çok ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor Kuyuda.
Son sözü, ya da kuyunun içinden fırlayan hikâyeleri başlatan ilk cümleden hemen önceki son sözü, yazara verelim:
“Kuyunun alabildiğine derin, duru ve serin sularına bir hokka sallandırdı. Koyu karanlığın en dibini görene kadar saldı hokkayı aşağı. Sonra yavaş yavaş, özenle yukarı çekti…” (YK/YY)