1938’den 1915’i çıkarırsanız fark; kaç milyon + 40 bindir + yüz binlerce kimsesiz ‘evlatlık’ çocuk + yüz binlerce sürgündür? Çıkan sayı 'elde yok'tur!
Bizim gibi izleyiciler, etrafına bakanlar, okuyucular, dedesinden, anasından dinleyenler sorunun yanıtını zaten biliyor. İzlemeyicilerse çeşit çeşit. İzlese geçmişe, bugüne ve geleceğe yaklaşımı değişecek olanlar var. İzlese, resmi ideolojiyi ve pratiğini daha da savunacak, ‘şimdi olsa yine yapardık’ diyecek olanı var! Nezahat Gündoğan yönettiği dördüncü belgesel olan ‘Vank’ın Çocukları’nda sorunun yanıtını izleyiciye de, izlemeyiciye de, “izlemezük”cülere de sormuyor. Bu soruyla ilgilenmiyor bile.
Belgesel, ordunun Dersim’de 1915’te yıkmadığı Ermenilere ait tek ibadethane olan, ancak 1937’de bombalanan ve 1938’de de tamamen yok edilen Halvori Surp Garabed Vank’ının (Aziz Garabed Manastırı) ve onun son keşişinin başına gelenleri çocuklarının, torunlarının dilinden ve yüzünden aktarıyor. Dört yıllık bir emeğin ürünü olan belgesel tanıklarını İstanbul, İzmir, Bolu, Konya ve Dersim’de buluyor, konuşmalarını sağlıyor ve kayıt altına alıyor. Belgeselin yapımcılığını Kazım Gündoğan üstlenmiş.
Dersimliler terteleyi 1915 ve 1938 olarak iki kısımda kategorize ederler yani ilk dönemi de mutlaka anarlar. Vank’ın Çocukları belgeseli bu dönemlerin içiçeliğini ve sonuçlarının da benzerliğini gün ışığına taşıyor. Dersimli Ermeni toplumunun kırılması, akıbeti ve sonrasında yaşananlar tanıkların dilinden anlatılıyor. Bunu kaçacak, gizlenecek yer bırakmadan yapıyor.
Belgeselde görülen ancak şimdi hayatta olmayan Sultan ve Aslıhan Kiremitçiyan ise ne izleyici, ne izlemeyici. Onlar başka bir tarihsel yükün altında. Nezahat Gündoğan ise o yükü, insan olanın yapamayacağı o vahşeti bir kez daha görünür kılıyor, belgeliyor ve perdeye yansıtıyor.
Gündoğan sayılarla uğraşmayı başkasına bırakmış, ancak o sayıların çocuklarından birkaçının yüzünü, sesini, geçmişini bulmayı denemiş ve başarmış. Görüştüğü Hozat’lı kadın ‘kamerayı kapat’ diyor, kızı ise annesine ‘kapatmayalım annecim, konuşalım’ diyor. Nezahat Gündoğan böyle böyle insanların içinde katmanlaşmış, derinlerde kalmış derdi, dertleri dinliyor ve ardından bizlere dinletiyor, izletiyor.
Belgeselin müziklerle elden geldiğince dramatize edilmeye çalışıldığı ve ses seviyesinin bazen rahatsız edici olduğunu belirtmek gerekiyor. Anlatanlar ve anlatılanlar zaten sırf acıdan ibaret. Böyle bir acıyı destekleyecek ya da anlatacak bir müzik besteleninceye dek belki de sabırla beklemek gerekiyor.
Bazı belgeseller, yönetmenin deyimiyle; “tarihsel hakikat mücadelesidir.” Mesele, bizim gibi olmayanlar da tarihsel hakikat mücadelesine giriştiğinde tarafsız, literatüre, mekanlara ve tanıklıklara dayalı önyargısız eserler bulabilsin. Her açıdan gerisinde kalamayacağı bir seviyeyi görebilsin.
Müslümanlaşmış Ermeni ile müslümanlaştırılmış Ermeni arasında fark var mıdır; bu farkı ve nedenlerini belirlemek kimin için önemlidir! Aynı soru alevileştirilmiş Ermeniler, müslümanlaştırılmış alevi Kürtler için de geçerlidir. Yeri gelmişken şimdilik kısaca değinmek istiyorum, coğrafyamızda geçmişte yaşanmışları tanımlamak bakımından, azınlık kavramının yerinde bir kavram olduğu kanısında değilim ve azınlık kavramının yanısıra ‘azınlıklaştırılmış’ kavramının kullanılmasını öneriyorum. Bir sünni Araba, Nusayriye belki azınlık diyebilirsiniz ancak bir Ermeni, Süryani ya da Alevi Kürdü azınlık değil, azınlıklaştırılmış kavramı daha güçlü hissettirir. Azınlık pasif iken, azınlıklaştırılmış o topluma karşı aktif bir yönelişi ifade eder. Azınlıklaştırılmış kavramının sorgulayıcı, yüzleştirici etkisi vardır. Azınlık kavramının yuttuğu tüm dil ve din ve bedenleri de açığa çıkarır.
Bugün Dersim Ermenileri kendilerine gelmeye, kendilerini tanımaya, üzerlerine giydirilmeye çalışılan tehditten ibaret elbiseden kurtulmaya yani Ermenileşmeye ve hıristiyanlaşmaya çalışıyor. Bunu yapmaları en doğal haklarıdır ancak Dersim içindeki tarihsel komşuluk ilişkilerini ve vefayı da unutmamaları gerekiyor. Dersim'in toplumlarının iç huzuru, kararlı toplumsal devinimleri ve dinsel yapıları yüzünden hedef olduğu unutulmamalıdır.
Kendi alanında bir ilk olan Vank’ın Çocukları acılarımızın derinleşmesini sağlıyor. Ancak artık acıların yükünün altında ezilmeyi hızlıca bırakıp, sıyrılıp geleceğe bakma zamanıdır. Acıların, travmaların esiri olmamak gerekiyor. Sağlam bir geçmiş zeminine basmakla ve o geçmişin travmatik etkisine kapılmamakla ancak geleceğe uzanılabilir. Geçmişten ve geçmişinden kaçan şimdisinden ve geleceğinden olur. Bu yapımları izleyelim, izletelim ve tartışalım ki, tarihsel hakikat mücadelesi sonuç alsın; yalan ve barbarlık özrüyle birlikte sona ersin. Böylesi bir sonuçta bizim de payımız, desteğimiz olsun!
Başlangıçtaki soruya acının, kuşaklara transfer edilen travmanın dozajı dahil değil. Yapılanları affetmemizi kaç kişinin isteyebileceği de soruya dahil değil. Bugün yaşayan her bir Ermeni o dönem yok edilen sayıyı temsil eder, tıpkı alevi ya da Müslüman Kürtlerde, Süryanilerde ve Lazlarda olduğu gibi.
Dersim’e, Dersim’in kayıp kızlarına, Ermenilere, Kürtlere, vanklara, keşişin torunlarına, Sülbüs dağı ve suyuna, Düzgün Baba’ya, gözelere, büyülü Munzurlara…