Akıp gitmeyen zamanın, bitmeyen bir yangının külleri sözcüklere, cümlelere dökülmüş düşmüş “Akova Alev Alev”in sayfalarına.
“Keşke Yine Kar Yağsa”, “Uçurtmanı Al Da Gel”, “Aras’ın Sesi” ve “Hikâye Tamircisi” kitaplarıyla edebiyatta yer edinmiş Murat Taş, yeni kitabı Akova Alev Alev’le yine yanı başımızda.
Akova Alev Alev tanıdık hikâyesi ile toplumsal hafızada yer edinmiş yakın geçmiş olayları, çarpıcı bir anlatımla ve kendine özgü üslubuyla yeniden akıllara getiriyor.
Akova Alev Alev bilinmeyen bir faili anlatmıyor okura. Zaten artık failin de bir önemi kalmıyor. Belki de kirlenmiş bir denize düşen çakıl taşlarının hikâyesidir Akova Alev Alev.
Murat Taş ile yeni kitabı üzerine konuştuk.
Basılan, yakılan, boşaltılan köyler, göç, depremden arta kalanlar, iz bırakan binalar ve linç girişimleri. Bunların hepsinin ardında kalan insanların sıkıştığı küçük bir il Adapazarı. Yaşar’ın değdiği gibi İstanbul’da olsaydık denizde küçük birer çakıl taşı olarak mı kalırdık?
Taşrada yaşamak zordur. Yaşamın sınırları, kalıpları bellidir. Kuralları katıdır taşranın. Esnekliği sevmez. Ahlakçıdır. Dünyaya tek bir pencereden bakar. Farklılığı sevmez. Farklıyı fitne, fesat olarak algılar, ahlaksızlıkla suçlar, bu vatan hainliğine kadar gider. Yaşam tarzı gibi mekân da sınırlıdır taşrada. Gezip tozacağın bir iki cadde vardır, muhabbet edeceğin birkaç kitapçı. Tiyatro yoktur, sergi yoktur, fuar yoktur. Çoğu zaman dergiye kitaba bile ulaşmak kolay değildir. Yaşamın kısıtlı, mekânın dar olduğu taşrada, en küçük sıra dışı faaliyet göze batar hemen. Mesela kırmızı çerçeveli bir gözlük tercih etmek, saç uzatmak, küpe takmak, takım elbise altına spor ayakkabı giymek imkânsız değildir, ama kolay da değildir. Dünyaya hep aynı pencereden bakan taşra farklı olan her şeyi tehlike olarak görür, bu nedenle muhalif fikir, söylem, yaşam tarzı peşinde olanları her zaman bir linç tehlikesi beklemektedir taşrada.
İstanbul böyle mi? Değil elbette. Kastettiğim nüfus yoğunluğu değil. Yüzlerce yıllık bir birikimden bahsediyorum. Birçok inanç, millet, düşünce hep var olmuştur İstanbul’da. Taşrayı tek pencereli bir odaya benzetirsek İstanbul onlarca penceresi olan bir salondur. İstanbul’u İstanbul yapan pencereleridir. Fakat son zamanlarda İstanbul pencerelerini kaybediyor mu, diye sorulabilir. Buna kesinlikle hayır diyemiyorum. Farklıyı fitne olarak görme hastalığı, beraberinde gelen linç kültürü maalesef İstanbul’da da bir çakıl taşı olarak kalmayı zorlaştırıyor.
Akova Alev Alev, polisiye bir romanı andırsa da toplumsal meselelerin yarattığı atmosfer hâkim durumda. Diğer bir taraftan klasik polisiyenin aksine okur cinayeti kimin işlediğini merak etmiyor ve fail ile birlikte onun hikâyesinin peşine düşüveriyor. Kimin kimi öldürdüğünün bir önemi kalmıyor mu ya da “faili meçhul” kavramı kimi işaret ediyor?
Bence polisiye bir romanı andırmıyor. Okurun nefesini kesecek bir hikâye anlatmadım. Bir hikâye anlattım. Ağır, acı bir hikâye. Anlatırken “şu mesajları vereyim” diye bir kaygı asla gütmedim. Bu elbette doğru olmaz, sanatın ruhuna aykırıdır bu. Roman birçok toplumsal meseleye değinmekte. Boşaltılan köyler, göç, erkek çocuk isteği, ailesini bırakıp bir parça ekmeğin peşinde koşan emekçiler, ırkçılık, linç… Tüm bu meseleler birbirini tetikliyor elbette. Kürt sorunu diye bir sorunumuz olmasaydı, köyler boşaltılmayacaktı. Kanber kardeşler köylerini bırakıp Adapazarı’na göçmeyecekti. Dolayısıyla bir göç problemimiz de olmayacaktı. Söğüt kardeşler memleketlerinde geçim sıkıntısı çekmeden yaşabilselerdi, ekmek meselesi nedeniyle Kanber kardeşlere düşman olmayacaktı. Veysel ölmeyecekti, Yaşar katil olmayacaktı. Abdullah gelecek kaygısı yaşamasaydı Yaşar’ı, Kemal’in tuzağına çekmeyecekti. Dolayısıyla mesele başka. Kimin kimi öldürdüğünün de bir önemi kalmıyor.
Farklı etnik kimliklerin bir arada yaşaması sahiden zor mudur yoksa ezilenlerin arasındaki ufacık çıkar çatışmaları mı başka çelişkilerle perdelenmektedir? Yoksulluk insanı çürütür mü?
Niye zor olsun? Bunu bir türlü aklım almıyor. Dönüp bakın doğaya. Binbir çeşit bitki, binbir çeşit hayvan yan yana yaşayıp gidiyor. Bu iyi ki böyle. İnsan da doğanın bir parçası. Bir arada yaşayamaması doğanın kanununa aykırı bir kere. Farklı kimlikler yamaçtaki kır çiçekleri gibi bir arada yaşayabilmeli. Bıraksalar yaşayabilirler. İnsanın cinsiyetini, milliyetini seçme gibi bir lüksü yok. Bunlarla övünmek akıllıca değil. Cinsiyeti ve milleti yüzünden birilerini ötekileştirmek de akıllıca değil. Dili, inancı, giyimi, cinsel tercihi, yaşam tarzı bize benzemiyor, diye birilerini ne hakla dışlarız? Bize bu hakkı kim veriyor? Birazcık muhakeme.
Doğa betimlemelerine oldukça yer veriyorsunuz, doğa ile insan arasında da sanki uzlaşmaz bir çelişki var. Köklerinden koparılan bir insan istese de bir türlü yaşayamıyor. Diğer bir taraftan Yaşar mısır tarlalarına sığınıyor, doğa kucaklıyor onu. Ermeni bağları yine hatırlatıyor, bırakıp da gitmek zorunda kalanları...
Romanda doğa betimlemelerinin bir işlevi var. Betimleme, olayın geçtiği yeri elle dokunulur, gözle görülür, kulakla duyulur hale getirmeli. Okuyucu toprağın kokusunu almalı, rüzgârı teninde hissetmeli, mısır tarlalarının dalgalanışını görebilmeli. Yer/mekân böylece üç boyutlu hale gelir. Romanda olay kadar, kişilerin ruh hali kadar, romanın dili kadar, kişilerin içinde bulundukları mekân da önemlidir. Bulunduğumuz mekân ruh halimiz etkilemez mi? Ömründe ilk kez cezaevine düşmüş birinin ruh halini mekândan bağımsız anlatabilir miyiz? Evet köklerinde koparılan insanlar yaşayamıyor. Veysel, Yaşar, Yaşar’ın anası, Musa… Bunlar köklerinden kopmuş insanlar. Mahallelinin pencerelere bayrak asması, bir daha köklerinden kopmama kaygısı yüzünden. Çünkü artık Adapazarı yurtları olmuş, bu ikinci yurtlarından da kopmak istemiyorlar. Abdullah biraz da bu kaygıyla Yaşar’ı satıyor. Mahalleli sonlarının Ermeniler gibi olmasını istemiyor. Ermenileri en iyi mahalleli anlıyor elbette. Maddi, manevi her şeyini bırakıp gitmek... Bu dayanılmaz bir acı.
Akova Alev Alev için keşke hayal ürünü kurmaca bir roman olsaydı demek istiyoruz ama değil; romanın daha ilk sayfalarında hemen hissediyoruz çok tanıdık, çok bildik bir hikâyenin içinde olduğumuzu. Yüzleşmek ya da gerçeğe cesaretle bakmanın bu kadar zor olduğu bir dönemden geçerken böyle bir hikâyeyi anlatmayı göze almak çok anlamlı. Sizin hikâyeniz bu büyük romanın içinde nerede duruyor?
Ötekileştirmenin, dışlanmanın, dalga geçmenin acısını çok yaşadım bugüne kadar. Ta ilkokuldan bu yana bu böyle. İlkokuldayken mümin kelimesini okuyamadım. Daha doğru ben doğru okuyordum, fakat öğretmen nedense habire uyarıyordu beni. Öğretmen uyardıkça sınıftakiler gülüyor, ben de utancımdan yerin dibine giriyordum. İşin garibi, bana gülen arkadaşlarım da, beni habire uyaran öğretmenim de Kürt’tü. Bunu unutamıyorum bir türlü. Hastanedeyim. Polikliniğin önünde sıra bekliyoruz. Bekle bekle doktor yok. Kapıyı çaldım, içeri girdim, hemşireye doktor ne zaman gelecek, diye sordum. Hemşire bana baktı. Konuşmamı taklit etti. Hayatımda öyle öfkelendiğimi hatırlamıyorum. Adapazarı’nda da çok karşılaştım aynı durumla. Ordulu bir arkadaşla yürüyoruz. Kaldırım dar. Karşıdan da ellerinde poşetleri olan yaşlı bir amca geliyor, amcaya yol verdik. Amca poşetleri bıraktı. Daldı muhabbete. Bir ara arkadaşa nerelisin diye sordu. Söyledi arkadaş. Bana da sordu. Ben de söyledim. Gözlerini gözlerime dikti, eliyle göğsümden itti, hııı, dedi, sen öteki taraftasın. Daha neler… Yaşar da, Abdullah da, Musa da, mahalledeki herkes de öteki taraftan. Öteki tarafın çocuklarıyız biz. Ben öteki tarafın çocuklarıyla bu tarafın çocukları arasında bir problem olduğuna inanmıyorum. Dahası niye taraf oluyoruz? Asıl sorulması gereken bu.
Romanda anlatılan sanki erkeklerin dünyası. Kadın karakterler çok belirsiz ve edilgen. Nebahat abla, Çisem ve Feraye bu kadınları tanımıyoruz, hikâyede yoklar ya da neredeyse Yaşar arzuladığı için varlar. Ana, Gül ve Gülperi romanın bu atmosferinde daha çok yer almayı hak etmiyorlar mı ya da romanda anlatılan kadınlar neden hep teğet geçiliyor? Mesela Abdullah’ın kızlarının adlarını bile bilmiyoruz.
Haklı bir eleştiri bu. Ana’nın, Gül’ün, Gülperi’nin hikâyesi daha ayrıntılı işlenebilirdi. Şöyle diyeyim o zaman. Erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. Bize öğretilenlerin yanlış, arızalı olduğunun farkına çoğu kez geç varıyoruz. Bazen varamıyoruz bile. Birilerinin bizi dürtmesi gerekiyor. Sonra bütün arızalarınızdan kurtulmanız mümkün de olmuyor. Bazen yaptığımız şeyin hatalı, arızalı olduğunu bilmemize rağmen, alışkanlıklarımızdan vazgeçmek işimize gelmiyor. Söylemimizle, pratiğimiz çelişiyor. Ben erkeklerin demokratlığına, eşitlik söylemine fazla güvenmiyorum. Damarına basıldı mı söylediklerinin tam tersini yapar erkek dediğiniz. Abdullah’ın kızlarının adı var ama: Ruken. Reyhan. (YK/HK)
Künye: "Akova Alev Alev", Murat Taş, Nota Bene Yayınları, Eylül 2016