Kar birçok kişiyi olduğu gibi beni de eve kapattı. Bir haftaya yakın bir hapislikten sonra kar biraz eriyince Beyoğlu’na attım kendimi…
Sinemalardaki filmlere şöyle bir baktım ve en uygununu buldum: Snowden…
Konudan hiç haberim yoktu, sadece afişteki bazı kavramlar dikkatimi çekmişti: Asker, casus, kahraman, hacker, hain, vatansever…
Öğle yemeğimi alelacele yiyip filme girdiğimde çoktan başlamıştı.
Ed, CIA’de çalışmaya hevesli, zeki, yetenekli, bilgisayar canavarı bir gençtir. Liseyi bile bitirmemiş olduğu halde üstün zekâsını kanıtlar ve işe alınır.
Ed’in güzel bir sevgilisi (Lindsay) vardır ve bu tip filmlerde olduğu üzere solcudur.
Buraya kadar ilginçlik vaat eden sıradan bir Hollywood filmi görüyoruz.
Gelgelelim Ed, önüne çıkan, şöyle bir gözünün iliştiği programları çözecek kadar da meraklıdır. Böylece Ed, görevi yüzünden ülke ülke dolaşırken, CIA’in bütün insanları rahatlıkla gözleyebildiğini görür. Hatta kendi geliştirdiği bir program aracılığıyla masum insanların bile öldürüldüğüne tanık olur.
Yıllar süren bir iç hesaplaşmadan sonra Edward Snowden, gazetecilerle işbirliği yaparak olayı açığa çıkarır.
Snowden, Thomas Hobbes’un ünlü, “İnsan insanın kurdudur” sözünü, “İnsan devletin kurdudur”a çeviriyor.
Savaş karşıtı Müfreze (Platoon) filmiyle tanıdığımız Oliver Stone, bu kez demokrasinin doğma nedeni sayılan birey özgürlüğünün özel bir yanına vurgu yapıyor: Bilgilerin şeffaflığının, bütün dünya tarafından paylaşılabilmesinin gerekli, hatta zorunluluğu…
Snowden, Costa Gavras’ın Kayıp (Missing, 1982), James Bridges’in Dünyanın Kaderi (The China Syndrome, 1979) gibi filmleriyle benzerlikler gösteriyor. Üç filmde de ülkesinin (ABD’nin) gelişmiş demokrasisine güvenen başkahramanlar söz konusu… Aslında bu insanlar iyi niyetli, iyi insan olmanın özelliklerini taşıyan ama siyasi bir duruşu olmayan insanlardır. Zaman geçtikçe karşılaştıkları olaylar onları hayal kırıklığına uğratır, filmin sonlarına doğru ayakları suya erer, bambaşka, aydınlanmış, kendi çözümlerini bulmak için gerekli adımları atan insanlar olurlar. Kayıp’taki baba (Jack Lemmon) Şili’de gözaltında kaybedilen oğlunu ararken ülkesindeki ilgili makamlara olan güvenini kaybeder, artık o bilinçsiz, sıradan bir vatandaş olmaktan çıkar ama çok da bir şey yapmaz.
Dünyanın Kaderi’nde nükleer santralde çalışan Jack (yine Jack Lemmon) gazetecilerin içine düşürdüğü kuşkuyla başlayan bir dizi olaydan sonra santralin güvensizliğinden emin olur ve santraldakileri rehin alarak hayatının ilk ve son eylemini gerçekleştirir.
Snowden filminde de Ed, CIA’in insan haklarına aykırı marifetlerinin farkına vararak CIA’i ele verir. Ancak Ed’in bu eylemi ne derece etkili olabilmiştir?
Kuşkusuz üç film de örgütlenmeyi baz alan, olayı sınıfsal açıdan irdeleyen filmler değil ama toplumdaki sıradan (sınıf bilinci olmayan) insanı başrole alarak ve bu insanların kırılma noktalarını ele alarak kişisel çatışmayı toplumsal hale getiriyor. “Mücadeleye bir yerden başlamalı” diyen bu filmler, topluma beklenmedik bir ayna tutuyor. (SY/HK)
Künye
Yön: Oliver Stone
Oyn: Joseph Gordon-Levitt, Shailene Woodley, Zachary Quinto, Nicolas Cage